
Hak erenler mezhebinde bir ömür Yâ Hak dedim..
Gündüzüm halk hizmetinde geceler Yâ Hak dedim..
Nâm ü şâna meylim olmaz bir isimsiz dervişim!...
Âkibet Namnam fakîri, bekçiyim Yâ Hak dedim!...
İlhan Armutcuoğlu
Hak dostlarından merhûm İlhan Armutcuoğlu Hocamızın sohbetleri, eserleri, tasavvuf ve seyrüsülûke dâir hâtıraları…

Hak erenler mezhebinde bir ömür Yâ Hak dedim..
Gündüzüm halk hizmetinde geceler Yâ Hak dedim..
Nâm ü şâna meylim olmaz bir isimsiz dervişim!...
Âkibet Namnam fakîri, bekçiyim Yâ Hak dedim!...
İlhan Armutcuoğlu

Mecnûna soran olmuş adın nedir demişler, Leylâ!. Leylâdır demiş..
Güzellerin içinde en güzel kimi gördün?. Leylâ!. Leylâdır demiş..
Sabah erken saatte yolculuğun nereye?. Leylâya gidiyorum!..
Rü'yânda kimi gördün?. başkasını göremem, Leylâ!. Leylâdır demiş.
İlhan Armutcuoğlu
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat
Altınoluk Dergisi, 379. sayı, Eylül 2017.

TAN: Efendim sizin dergah özlemiyle buraya yaptırdığınız bu otağ mescidi farklı bir mimaride ve farklı özellikler taşıyarak yapılmış. Bunlarla ilgili bilgi verseniz…
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim bendeniz emeklilikten sonra bir müddet Kırım’da da vazife yaptım. Kırım’da dini hayat, İslamlaşma bizim Anadoludan önce başlamış. Hatta oradayken anlatmışlardı, Hazreti Osman zamanında yazılan üç tane Kur’ân-ı Kerim’den birisi eski Kırım Mescidi’ndeymiş. Zannediyorum şimdi o nüsha Moskova’da.
Kırım’da yıkılmış eski bir camide görmüştüm, akustiği temin etmek için kubbenin etrafını boş testilerle çevrelemişlerdi. Camilerde seslerin karışmaması lazım. Yeni camilerde bakıyorum sesler birbirine karışıyor. Caminin içinde ses hem her köşeden duyulacak hem de birbiriyle karışmayacak, bu husus önemlidir.
“Neden çadır, otağ şeklinde cami inşa ettiniz?” derseniz Anadolu insanı olarak hepimiz Ortaasya’dan gelmişiz. Burada Ortaasya’daki ecdadımızın çadırlarını yâd etmek istedik. Onlar keçeden yapmışlar biz taştan, tuğladan yaptık. Mimarisi de oradan geliyor.
Bizim Otağ mescidimizin pencere seviyesinin üstünü çepeçevre testilerle kapladık. Ilıman bölgelerde havalandırma önemli oluyor. Bunun için ayrıca küçük kubbenin altına on santimlik hava alma boşluğu yaptık. Camimizin içinde durgun hava olmaz baca gibi oradan teneffüs eder.
Fatih Sultan Mehmet’in çadırını kurduğu Otlukbeli’nde bu caminin aynısını yapmak istemişlerdi, projelerini verdik yaptılar.
Otağ mescidimizde Selçuklu ve Osmanlı motifleri kullandık. Mihrabına başka camilerde konulmayan “Allah kuluna kâfî değil mi?” ayeti kerimesini tuğra şeklinde yerleştirdim.

Mescidin içine nakşettiğimiz ayeti kerimeler tamamen tefekküre dayalı ayeti kerimelerdir.
Bunlardan birisi; “Sizden kim dininden dönerse, Cenab-ı Hak sizi helak eder, sizin yerinize öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetidir.
Burada bir incelik var onu arz edeyim, muhabbet aynen su gibidir, yukardan aşağı akar yani Allah’tan kuluna gelir, Peygamberden ümmetine gelir, üstatdan talebesine gelir, babadan anneden evladına gelir. Burada da o zikredilmiştir, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” Yani ilk seven Cenab-ı Hak’tır.
Nakşettiğimiz bir diğer ayet-i kerimeyse; “Cenab-ı Hak arza gireni bilir, arzdan çıkanı bilir, semadan, gökyüzünden ineni bilir, semaya yükseleni bilir. Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Diyebiliriz ki bu milletin evladına sadece bu ayeti kerimeyi öğretebilirsek bile mükemmel bir toplum inşa ederiz. İnsanlar Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilince her hareket, her adım ona göre atılır. Böyle bir anlayıştan uzak kaldığı için ise cemiyetin perişanlığını, halini görüyorsunuz.
Üçüncü bir ayeti kerime, Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz azîmüşşan kulumuza şah damarından daha yakınız.”
Biliyorsunuz vücutta temiz kan atardamar marifetiyle bütün uzva yayılır. Kullanılmış kan ise toplardamar marifetiyle bütün vücuttan tekrar kalbe gelir. Kullanılmış kan, kirlenmiş kan kalbin atışlarıyla ciğerlere pompa edilir, orada oksijenle temizlendikten sonra tek damar ile kalbe indirilir. Ölmüş kan oksijen vasıtası ile diriliyor, tekrar hayatiyet kazanıp bütün vücudu tekrar diriltiyor. İşte o tek damarın adı, hayat damarının adı, şah damarıdır. İşte Cenab-ı Hak bundan dolayı şah damarını zikretmektedir. Cenab-ı Hak bize şah damarımızdan, nefsimizden, ruhumuzdan yakındır.
Bendeniz edebiyatla meşgul olduğum için bir de kitabe koyduk. İki büyüğümüzün ismine bu mescidi yaptık, bu itibarla orada şöyle deniyor:
İş bu nakşî mabedin nakşı, nakkaşı nakşî
Nakşeden kalbe her dem nakşı nakkaşı nakşî
Hazreti Mahmut Sami, sahip vefa hayrına
Feriştehler dem be dem inerler nakşî nakşî.

Silsile -i Şerif
S. TAN: Hocam silsilenin son beyitlerinin sizin kaleminizden çıktığını biliyoruz. Bunun nasıl olduğunu sizden dinlesek
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim Sami Efendi Hazretleri ahirete irtihal ettiği zaman birinci gün Musa Efendi Hazretlerini aradım. Telefon cevap vermedi, ikinci gün tekrar ararım. “El hukmü lillah, inna lillahi ve inna ileyhi raciun”, baş sağlığı diledim. “Efendim bundan sonra emriniz ne vechile olacaktır?” diye sordum kendilerine. “Evladım aynen bildiğiniz gibi devam edecek” buyurdular. Muğla’da kardeşlere “Bundan böyle vazife Musa Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir” dedim. Tabiî silsilede mübarek isimlerinin geçmesi gerekir. Kardeşlere “Bundan sonra şu beyti silsilenin sonunda okuyalım, gelen talimat üzerine hareket ederiz” dedim. Beyit şu:
Hazreti Musa medâr-ı feyzimiz oldu şükür
Mazhar-ı avnü inâyet olsun ol sahip vefa.
Bu durumu da Abdullah Sert ağabeyime ilettim. Yazdığım beyti Osmanlıca olarak kendilerine takdim ettim. Abdullah Sert ağabeyim Medine-i Münevvere’ye gittiklerinde Musa Efendi Hazretleri’ne arzetmiş. Bu arada bir hayli teklifler de olmuş. Musa Efendi Hazretleri fakirin yazdığını işaret ederek “Bu münasiptir” buyurmuşlar.
Musa Efendi’nin irtihalinden sonra vazife Osman Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir. Daha önce bu beyti fakir yazdığım için yeni bir beyit yazmam istendi. Onun için yazdığım beyit şu:
Hilm-ü irfanı ile hizmet aşkının mümtaz eri
Mayesi rahm-ü sehâ Osman veliyyi pür haya
Bu beyti Abdullah Sert ağabeyim kendilerine arzettiği zaman Osman Efendi tevazuundan veli ifadesini uygun bulmamışlar. Ayrıca her mürşit için bir beyit olunca bu uzayacak, her ikisi bir beyitte toplansa düşüncesi fakire iletilince o zaman da son halini alan şu beyti yazdım:
Feyzi cârî Hazret-i Musa ki ol sahip vefa
Pek sahî hayru’l halef Osman Nuriyyi pür haya
Bu da benim için ayrı bir neşe ve huzur kaynağıdır.
Şiir Dünyasında
S. TAN: Hocam edebiyatla şiirle meşguliyetiniz devamlı oluyor mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Şiirle meşguliyet devam eder durmaz. Osmanlı döneminde divan sahibi olmuş şairelerle uğraştım. 18 şairenin divanları üzerine çalışma yaptım. Câlib-i dikkattir bu hanım şairelerin hiçbirisi mektebe gitmek suretiyle şair olmamışlardır. Ya babasından ya kendisine nikah düşmeyen birisinden okumuş ve o divanları o dönemin kültürüyle meydana getirebilmişlerdir. Üstatlarını buldukları takdirde özel eğitimle mükemmel manada yetişmişlerdir.
Mesela şaire Leyla hanım müthiş bir ifadeyle şunları söylüyor:

Leyla kulunu ateşi aşkınla kebap et
Düzahta koyup yakma anı narı İlahi
Bu çalışmalarımın basımlarıyla ilgili yeterli gayrette bulunamadım, hâlâ kayıtlarımda durmaktadır. Belki gayretli gençler yetişirse bendeniz onlara yardımcı olabilirim.
İzmir’de bulunduğum yıllarda edebiyat fakültesinden mezun bir kardeşimiz tez yazacağı zaman onu Esat Erbilî Efendi’nin divanına yönlendirdim, ben de yardımcı oldum ve o divan literatüre girmiş oldu.
Kaside-i Bürde’nin, Kaside-i Ziyaiyye’nin manzum tercümelerini bir ara yapmıştım.
Tasavvuf ile meşgul olanlarda bu edebi zevk ve neşe vardır.
Divan edebiyatı tarzında şiirlerimiz devam edip gidiyor. Bazen cami kitabeleri istiyorlar. Onlara da münasip beyitler yazıyorum.
Musa Efendimiz zamanında bir gün Konya’da Lalebahçe’de bir sohbetteyiz. Musa Efendi notlarını açtı ve içinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı. Sohbet notlarını Abdullah Sert ağabeyime verdi ve onlarla sohbet ederken kenara ayırdığı kağıda şöyle baktım. Gayet muntazam katlanmış, katlayan düzenli birisiymiş diye düşünüyorum. Sonra dikkat ettim kağıdın arkasına nokta tuşları belli olarak çıkmış. Benim daktilomun da nokta tuşları sert basardı. Musa Efendimiz Hazretleri sohbetten sonra o kağıdı açtı fakire uzattı, meğer bendenizin bir şiiriymiş. Onu verirken buyurdular ki; “Şairler umumiyetle mübalağa ederler, fakat bu şiirde hiçbir mübalağa yoktur.” Sami Efendi Hazretleri’ni anlattığım o şiiri okumamı arzu ettiler:
Ey Hazreti Sami meselsin mürüvvette
Eller dâmenindedir dünyada ahirette
diye başlayan bir şiirdi.
Birliktelikler Güzellikler
S. TAN: Efendim Sami Efendi Hazretleri ile olan yakınlığınızdan faydalı olacağı mülahazasında bulunduğunuz bazı hatıralar paylaşır mısınız?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bendeniz ilk haccıma 1965 yılında kara yoluyla gittim. Hac mevsimi bittikten sonra Kabe-i Muazzama’da Altınoluk’un karşısında yatsı namazından sonra Sami Efendi ve Musa Efendi ön safta biz de arkasında oturuyoruz. Kabe-i muazzama’nın tam tepesine ay mehtap vaziyetinde olarak dikilmiş vaziyette. Babüs selam tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Aceleyle yürürken birden durdu. Aya bakıyor, dönüyor Kabe’ye bakıyor, dönüyor Sami Efendimiz Hazretleri’ne bakıyor. Üç noktaya tekrar tekrar bakıyor ve ağlıyor. Ve 10 metre kadar mesafedeydi. Üç merkeze bakış bayağı bir devam etti. Birden usta bir yüzücünün denize atlaması gibi Sami Efendi Hazretlerinin kucağına atladı, başını onun dizine koydu hiç kelam olmadan üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Ne ondan ses var ne üstadımızdan ses var. 3-5 dakika kadar bedevinin başı üstadımızın dizinde ağlama devam etti. Nihayet üstadımız o bedevinin sırtını sıvazladı. Sonra başını kaldırdı, çok dikkatle üstadımızın yüzüne baktı ve yine hiçbir kelime konuşmadan zemzem kuyusuna doğru yürümeye başladı. Fakat giderken birkaç adım gidiyor sonra duruyor yine üç merkeze bakıyordu. Biz tabi kendisine soramazdık da yakınlarına sorduk, “Neden bu kişi üç noktaya baktı?” diye. Efendim dediler ki; “Ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”

Herkeste vardır, bazı yiyeceklere karşı vücutta alerji olur. Ben de yumurtayı hele hele yağda kızartılmış yumurtayı yiyemem. Bir lokma bile alsam o gün sancı akşama kadar kıvrandırır.
Yine Mekke-i Mükerreme’deyiz. Bizi Konyalı Doktor Mehmet Hulusi Baybal ile birlikte bir otelde yemeğe aldılar. Fakir Sami Efendi’nin sağına düştüm. İçlerinde en genç olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendi çorbasından biraz aldıktan sonra olduğu gibi bana verdi, ben de yedim. Arkasından yağda kızartılmış yumurta geldi yine Sami Efendi bir kaç lokma aldıktan sonra geriye kalanını bana verdi. Tabi üstadımızın sofrası olduğu için edeben vardır bir hikmet düşüncesiyle o iki porsiyon yumurtayı adamakıllı bitirdim ve arkasından da sünnetledim. Ömrü hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı, o zamandan beri de bana yumurta dokunmaz.
Bir beyitte şöyle deniyor:
“Ehli dil hâre nazar eylese gülzar açılır.”
Yani bir gönül ehli nazar ederse eşya kabiliyet değiştiriyor.
Sami Efendi’yi Ağlatan Kasîde
S. TAN: Hocam Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinde hiç kaside okuduğunuz oldu mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bir gün İstanbul’da Musa Efendi’nin köşkündeyiz. Öğle namazından sonra sohbet başladı akşama kadar devam etti. Arada ikindi namazı kıldık. Sohbet bir aşr-ı şerif okunarak bir sohbet yapılarak devam ediyordu. Akşama yakın fakire “Okuyun” dediler. Ben Sami Efendimizin sol canibinde bir yerde oturuyorum. Okuyun dendiği yani aşır okuyun denmediği için ben de Esad Erbilli Hazretleri’nin bir gazelini okudum.
Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri de tahmis etmiş. Yani her beytin üzerine üç mısra eklemiş. Buna tahmis deniyor. Esad Efendi’nin gazeli şöyle başlıyor:
Leblerin söyler civanım gonca-ı rânâ nedir
Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi’nin tahmisi de şöyle bitiyor:
Gam değilmiş Hamdi olmak seyr-i gülşenden cüda
Neşve var yadında derler gül feda, bülbül feda
Şimdi şeyhi asırdan duydum şu yolda bir nida
Dergehi piri muğanda Haki pây ol Esad’a
Ol zaman idrak edersin rütbeyi bâlâ nedir
Fakir okumaya başlayınca Sami Efendimiz Hazretleri gözyaşlarını koyverdi. Evliyaullahtan büyüklerin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları akıyor, üzerinde kahverengi bir pardesü vardı, pardesünün üzerinden aşağıya iniyor. Sonuna kadar okudum. Artık sohbet bitti. Sami Efendi kalkacaklar, şöyle bir yüklendi kalkamadı, bir daha yüklendi yine kalkamadı yanındakiler yardım ettiler de ayağa kalktılar. O gün Sami Efendimizin o meclisten gidişini hiç unutamam (ağlıyor). Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hâlâ gözümün önündedir. Herkes gidince fakir de müsade istedim Musa Efendimiz “Siz kalın” buyurdular. O gün geç saate kadar bahçede bir ağacın altında sohbet ettik.
Kuşlar Bile Zikre İştirak Etti
Bir başka zaman Bursa’da Ulu Camiye yakın bir evde sohbet olacak. Ev beşinci katta. Sami Efendimiz Hazretlerinde ihtiyarlığın göründüğü yıllardı. Kat aralarındaki sahanlıklarda dinlene dinlene çıktılar, biz de peşinden çıktık. Yine o sohbette de bir aşr-ı şerif bir sohbet oluyor. Fakir Sure-i Vâkıa’yı üç bölümde okudum. Birinci bölüm okunuyor Sami Efendi sohbet ediyor ikinci bölüm okunuyor tekrar sohbete geçiyoruz. Musa Efendimiz hazretleri tam karşımda. Evde bir bülbül veya kanarya varmış, fakir Kur’ân okumaya başlıyorum kanarya şakımaya başlıyor. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Sami Efendimiz Hazretleri Vâkıa Suresi bittikten sonra bütün vücuduyla fakire döndü ve “Allah senden razı olsun, kuşları bile zikre iştirak ettirdin” buyurdular. Sohbet bitti ayrıldık.
Oku Ama Bursa’da Okuduğun Gibi
Musa Efendimiz daha sonra fakire ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa hemen “Oku ama Bursa’da okuduğun gibi oku” derdi. Bir ömür fakire bunu söylemiştir.
Hakk-El Yakîn İçin…
Rabbim hepimizin imanımızı ölünceye kadar muhafaza etmemizi nasip eylesin. İlme’l yakînden aynel yakîne oradan Hakke’l yakîne ulaşmak kolay değildir. Bunun için neler isteniyor?
Önce içinde riya kokusu olmayan ibadetler, amel, taat isteniyor. Yaptığımız bütün ibadetler rızayı bârî yani Allah rızası için olacak. Gösteriş olmayacak.
Sonra helal kazanç isteniyor.
Ondan sonra müspet eğitim isteniyor. Özellikle mürşidi kamilden alınacak eğitim isteniyor.
Kalbin Mertebeleri
Sami Efendimiz Hazretleri kalp meselelerine geldiği zaman kitabı bir kenara bırakır irticalî konuşurdu.
Kalpler beş kısımdır derdi.
Bunlar tabi seyr-i sülûk olmadan olmuyor. Bu durum yol içinde bile olsa herkese nasip olmayan bir keyfiyettir.
Zikr-i Kesir Nasıl Olur?
Bir gün Medine-i Münevvere’de oturuyoruz. Saatçi Osman Efendi vardı. İlim deryasıydı. Fakir Medine-i Münevvere’de iken ya Mescid-i Nebi’de ya da onun evinde olurdum.
Bir gün kendisine “Zikri kesir nasıl olur?” diye soruldu. Buyurdu ki; “Hani karpuz keserken ikiye böldüğümüz sırada bıçak biraz kayıverir ve yarının yarısı biraz eksikçe yarının yarısı biraz fazlaca olur. 24 saatin yarısından biraz fazlasında Allah’ı unutmazsa zikr-i kesirin tabanına ulaşmıştır. O kişi zikr-i kesir yapıyor demektir. Ama 24 saatin tamamında Allah’tan gafil olmuyor ise işte o kişi zikrin tavanına ulaşmıştır.”
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat
Altınoluk Dergisi, 378. sayı, Ağustos 2017.
İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi vakur bir sima. Hal ve hareket tarzı ile karşısındaki muhatabına etki eden bir tavrı vardır. Bu tavrı kimseye benzemez ve şahsına münhasırdır. Kur’ân kıraatı da, kasîde okuması da öyledir. Edebiyata vukûfiyeti ve etkili konuşmasıyla dinleyenlerin üzerinde efsunlu bir etki bırakır. Bir sanat adamıdır. Edebiyatla ve musiki ile özel olarak ilgilenmiş ve çeşitli eserler ortaya koymuştur.
Ama ondaki asıl fârik vasıf ehl-i tasavvuf olmasıdır. Tasavvufî hayatı hücrelerine kadar sindirmiş, sefâyı orada bulmuştur. Mülâkatımızın sonunda “Gençlere ne tavsiye edersiniz?” diye sorduğum zaman “Akılları varsa derviş olsunlar. Çünkü huzur oradadır, mutluluk oradadır, derya gönüllü olmak oradadır, ilk cennet oradadır” demiş, arkasından da kendi kendine şu soruyu sormuş ve cevaplamıştı. “Peki bu dünyada cennet nasıl olur?”
“Onu da sadıklarla beraber olanlara, sıdk içinde yaşayanlara, aşk refrefine binenlere sor.”
Ömrü Hak dine hizmet ile ve Hak dostlarının refakatinde geçmiş bir irfan ehlidir. Medeniyetimizin ve Hak dostlarının ihtimamla yetiştirdiği güzel insanlardan birisidir. Heybet ile samimiyetin, ilim ile mütevazılığın sarmalandığı bir hakikat ehlidir. Konuşmamızda Hak ehillerinin gönül bahçelerinden derlenmiş nadide güzellikler bulacaksınız.
Bu mülakatı 2005 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde kendisinin yaptırdığı Namnam Kasrı’nın cennet köşesi gibi bahçesinde bir dere kenarında H. Murat Karaman ve Ender Doğan Beylerle birlikte yapmıştık.
Muhterem İlhan Armutçuoğlu hocamıza hayırlı hizmet ömürleri temenni ediyor, teşekkürler ediyoruz.
Selman TAN: Muhterem hocam sizi tanıyarak başlayalım inşallah.
İlhan ARMUTÇUOĞLU: Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Essalâtu vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ve sellim.
Efendim Namnam Kasrı’na hoşgeldiniz.
Bendeniz aslen Muğla’nın Ula ilçesindenim. Ula ismi eski metinlerde ayn ve lâmelif harfleri ile yazılıyor. Arapçadaki ‘âlî’ kelimesinden gelmekte olup yücelik, yükseklik manalarına gelmektedir. Fakat şimdiki Türkçeyle bu ifade edilmediği için Ula diye ifade edilmektedir.
Ailemiz Muğla’ya Türkistan’dan, Buhara’dan göç etmişler. Dedem Hacı Hafız Ali Efendi hayatı boyunca hiç mushafa bakmadan Kur’ân-ı Kerim okumaya devam etmiştir. Üzücü bir hadise sonucu bütün mallarını kaybeden Ali Efendi yine eskiden olduğu gibi Ramazan’da teravih namazlarını hatimle kıldırmıştır. O dönemin Ula Müftüsü Osman Efendi, bana şöyle demişti; “Dedenizin başına gelenler bizim başımıza gelseydi namaz sureleri ile bile zor namaz kıldırırdık.” Dedem Kur’an-ı Kerim’le o kadar hemdem olmuştu ki yine bir ezber hatim yaptığı sırada ruhunu teslim etmiştir.
1937 doğumluyum. İlkokulu Ula’da okudum. Babam memleketin imam- hatipi ve Kur’ân muallimiydi. Babamdan Kur’ân öğrendim ve hıfzımı babamda bitirdim.
Babam Muğla yöresinde ilk defa hafız yetiştirmeye başlayan Kur’ân muallimi Mehmet Ali Efendi’dir. Ezanın Türkçe okunduğu ve tekrar arapça olduğu dönemlerde müezzinlik de yapmıştır. Benim ilk arapça ezanı duyduğum kişi babamdır. Babam vefat ettikten sonra kendisi için şöyle bir dörtlük yazmıştım:
“Hadim”ül Kur’ân oldum okuttum
O ilk ezanı ruhumda tuttum
Elif’te safa, mim’de vefayı
Fetretde buldum her dem okuttum”
Hafızlığımı bitirdiğim sıralarda İmam Hatip Okulları açılıldı. Bize en yakın olan İmam Hatip Isparta’da olduğu için oranın ilk talebeleri ve ilk mezunları olduk.
O zamanki ismi İmam Hatip Okulu idi. Gayri muntazam bir binada tedrisat başladı. Ama hocalarımız kifayetliydi, değerliydi. Onlardan hem bilgi aldık hem feyz aldık.
Edebiyat ve musiki ile olan alakam imam hatip yıllarında başladı. Isparta’da okula devam ederken arkadaşlarla beraber kurduğumuz bir ilahi grubumuz mevcuttu. Güzel ilahi ve mevlidi şerif okurduk. Ayrıca şiirle de ilgilenirdim. Edebiyat derslerinden büyük haz alırdım. Fuzulîlerin, Bakîlerinin, Nedimlerin okunduğu edebiyat derslerinde Farsça’yı ve Arapçayı iyi bilmeyen hocalarımız ile münazaralarımız dahi olurdu.
İmam Hatip Okulunu bitirdiğimiz zaman bizim gidebileceğimiz bir yüksekokul, bir fakülte yoktu. Ankara’da İlahiyat Fakültesi vardı oraya da bizi almazlardı. Lise mezunlarını alırlardı. O dönemde İmam Hatip Okulları lise düzeyinde kabul edilmezdi.
Bu yüzden eğitimime ara verdim. İmam Hatip Okulunu bitirdikten sonra tahsil yapabileceğim bir yer olmadığı için Marmaris Eski Cami’de imam- hatip olarak görev aldım.
Askerliğimi yapmak için teşebbüs ettim ve 1960 yılında asker oldum. O zamanlar lise ve dengi okullara yedek subay olma hakkı verirlerdi. 6 aylık yedeksubaylık eğitimimizi Ankara’da aldığımız sırada 1960 ihtilali oldu ve ihtilali içinden görüp yaşadık. Orada bir çok üzücü şeye şahit olduk. Sonra kıta hizmeti için kura çektik ve askerliğimin devamını bir yıl kadar Kars’ta yaptım.
Resmi kıyafetlerle camiye gittiğim için bana Hoca Teğmen lakabı takılmıştı. O zamanlar intisabım yoktu fakat Kars’ta tek huzur bulduğum yer Nakşi silsilesinindeki büyük mürşitlerden Ebu’l Hasan Harakanî Hazretlerinin türbesinin olduğu yer olurdu. Fırsat buldukça huzurunda fatiha okur, el pençe divan dururdum. Fakir çocukluğumdan beri türbelere, dergahlara özel bir merakım vardı ve burada yatanlar kimlerdir diye araştırdım.
Askerdeyken İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Biz ona yetişemedik.
1962 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü açılacağı zaman askerden dönmüştüm. İmtihanı İstanbul’da yapıldı. Hadis mülakatına İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi gelmişti. Benden üç hadis okumamı istemişti. İstanbul’da bulunmamız hasebiyle Peygamber Efendimiz’in meşhur İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini okuyarak başladığım zaman Hocaefendi dişleri görünecek kadar gülümsemişti.
Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk talebeleri ve ilk mezunları olduk. Sınıf arkadaşlarımızdan birisi de muhterem Muammer Tan Bey yani sizin pederinizdi. Marmaris’teki imam hatiplik görevimi Konya’ya naklettirerek orada hizmete devam ettim.
Din Eğitimi Genel Müdürü ve aynı zamanda Konya Yüksek İslam Enstitüsü Edebiyat Hocamız olan Kemal Edip Kürkçüoğlu Beyefendi bizi allak bullak eden kişiydi. Sınıfa adımını atar atmaz edebî metin işlemeye başlar, ardından bizim gözyaşlarımız başlar ve kendisi de ağlayarak dersini bitirirdi. Fuzuli’den okur perişan oluruz.
Edeben terk fuzuli serî kûyi yarin
Vatanımdır vatanımdır vatanımdır vatanım
Bende mecnundan füzun aşıklık istidadı var
Aşıkı sadık menem Mecnun’un ancak adı var
Bin can olaydı meni dil şîkestede
Ta her biriyle bir kez olaydım feda sana
Dersi haftada 2 saat olmasına rağmen bizi fethederdi. Sami Efendi Hazretleri’ni şiirinde “Bedr-i hafâ” olarak tavsif eden kişi odur. Bedr-i hafâ, bulutların arkasına gizlenmiş kamer, ayın ondördü demektir.
GÖNÜL YOLCULUĞUNA ÇIKIŞ BİR RÜYA…
S. TAN: İntisabınız o zaman mı oldu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Kemal Edip Kürkçüoğlu hocamız işlerinden dolayı bir müddet sonra gelemez oldu. Biz muallakta kaldık. Onun yerine Celalettin Emrem isimli bir hoca gelmeye başladı. O da Kemal Edip Bey neşesinde idi.
Bir gün hocama “Efendim edebiyat derslerinden tanıdığınız üzere bu Enstitüde talebenizim. İlkokuldan sonra hafız oldum, İmam Hatip Okulu’na devam ettim. Elimden geldiği kadar ibadetlerimi de yapıyorum, ama içimde bir boşluk var, onu dolduramıyorum” dedim. Sözlerimi bitirir bitirmez hocanın elleri titremeye başladı: “Evladım desene açım, desene açım, desene açım” dedi ve bana tavsiyelerde bulundu. Tavsiye ettiği eser Miftah-ül kulûb oldu. Benim de tamamını okuduğum ilk tasavufi eserdir.
Sonra bir menkıbe anlattı: “Senin gibi birisi mürşid arıyormuş, gönlü de herkese yatmıyormuş, nereye gitsem, ne yapsam diye tereddütler içinde karar veremiyormuş. Bir gün kendi kendine ‘sabahleyin evden çıktığımda karşıma ilk kim çıkarsa ona intisab edeceğim’ diye karar vermiş. Sabahleyin evden çıkması ile beraber, devrin büyük mürşidlerinden birisi onu karşılamış ve ‘gel evladım’ demiş. Bu menkıbeyi anlatan hocam şu hikmetli sözü ilave etti: “Talibin sıdkı, mürşidini ayağına getirir.” Ondan sonra fazla sürmedi bir vesileyle Cenab-ı Hak bu fakiri Hazreti Sami Efendi kuddise sirruh’a ulaştırdı. Konya’da onun halifelerinden Dişçi Mehmet Efendi’ye müracaat ettim. Bir müddet sohbetlere aldılar, kanaat getirdikten sonra istihare yapmamı istediler. Malumunuz hayırlı işlere teşebbüs ederken istihare sünnettir.
İstiharemde gördüğüm rüyamı anlatayım; Büyük bir camide mevlüt okunuyormuş. Fakire cemaate gül suyu dağıtma vazifesi vermişler. Gülsuyunu dağıtırken cemaatten bir kişi karşıma çıktı, o zata bir müddet baktım. Zayıf ve nahif bir insandı birden gönlümün ona aktığını hissettim ve ona karşı içimde büyük bir sevgi oluştu. Sonra elime bolca gül suyu serpip o şahsın yüzüne gül sularını sürdüm. Sakalı da sanki ikiye ayrıldı ortası boş kaldı. Sonra devam ettim.
Daha sonra Dişçi Mehmet Efendi’den dersimi aldım.
Turukı âliyyede dervişe bu daireye ilk girdiği günlerde o lezzeti bir tattırırlar. Bir müddet sonra da o zevk kendisinden alınır. O feyizler, o gözyaşları gider kendi kendine varolma imtihanı başlar. O günlerde çok enteresan rüyalar görürdüm.
S. TAN: Sami Efendi Hazretleri’ni görmeyi çok arzu etmişsinizdir herhalde…
İ. ARMUTÇUOĞLU: Elbette, 1- 2 ay içinde İstanbul’a geldik. Devlethaneye gittik, Tuzla’ya pikniğe gidildiğini söylediler. Biz de Tuzla’daki piknik alanına gittik. Alan oldukça genişti ve çok insan vardı. ‘Sami Efendi’yi bulabilir miyiz?’ endişesi taşıyorduk. İçeri girerken birisi ‘hocalar şu tarafta’ diyerek bizi yönlendirdi. O cemaatin yanına doğru yürüdük. Yaklaşınca bir baktım ki yüzüne ve sakallarına gülsuyu sürdüğüm şahıs ortada oturuyor. Heyecandan sekte-i kalpten gidecektim. O günkü sohbetin ve yediğimiz yemeklerin lezzetini hâlâ unutamıyorum.

Daha sonra Sami Efendimizi Güllü Köşk dediğimiz devlethanede ziyaret ettik. Fakire ilk tavsiyesi “Evladım bu gördüğünüz rüyaları kimseye anlatmayalım” olmuştu.
Arkasından şu ayeti kelimeyi okudular: Yusuf Suresi 5. ayetde Yakup aleyhisselam Hazreti Yusuf’a diyordu ki:
“Babası: ‘Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana, kötülük yapmak için sinsi planlar hazırlarlar. Şeytan insanın açıkça düşmanıdır’ dedi.”
Rüya herkese söylenmez. Rüya, tabirini bilen bir kimseye aynı zamanda ayrıca sizi seven bir kimseye söylenebilir. Eğer başka türlü tabir ederse o şekilde tahakkuk etme ihtimali olabilir.
Mezun olduktan sonra Diyanet mensubu olduğum için bizi Muğla İl Müftülüğü’ne tayin ettiler. 1971 yılına kadar orada hizmete devam ederken baktım ki o tarihlerde Türkiye’de sadece Tunceli’de ve Muğla’da İmam Hatip Okulu yoktu. Elhamdülillah İmam Hatip Okulunun, yurdunun, camisinin, müftülük binasının yapılmasında bir hayli emeğimiz olmuştur. Biz İmam Hatip Okullarının Türkiye’nin geleceğinde büyük hizmetlerde bulunacağına inanıyorduk. Elhamdülillah da öyle oldu. “Kişi inandığı nispette hizmet eder” denir ya biz de bu davaya inandığımız için elimizden geldiği kadar hizmet etmeye çalıştık. Cenab-ı Hak İmam Hatip Liseleri’nin bahtını açık etsin.
Sonra Manisa il müftüsü olarak hizmete devam ettim. Sonunda İzmir merkez vaizi olarak emekli oldum. 32 yıllık hizmet süremde elhamdülillah bir çok caminin yapılmasına, bir çok Kur’ân kursunun yapılmasına vesile olmuşuzdur.

Müftülük yaptığım dönemlerde sabah namazından en az 1 saat evvel şoför evden alır gece saat 12 lere kadar eve dönmezdim. Bu böyle 10 gün, 15 gün kadar devam ederdi, gittiğimizde çocuklar uykudadır, geldiğimizde yine uykudadırlar. Bir gece eve geldiğimde baktım Ülkü hanım uyumamış, beklemiş fakat ağlıyor. ‘Ne oldu?’ dediğimde, 15 gündür çocukların baba yüzü görmediğini söyledi. Elimden geldiği kadar onların hukukuna da riayet etmeye çalıştım.
Nefsinden fedakarlık yaptıkça Cenab-ı Hak ayrı bir neşe, ayrı bir huzur hali veriyor. Ayrıca hizmete bir bereket ihsan ediyor. Beş kızım bir oğlum oldu elhamdülillah hepsi din-i mübin-i İslam üzere yetiştiler.
1992 yılında bulunduğumuz bu mekanda önce bağ evini sonra mahruti otağ mescidi, sonra ise Namnam Kasrı Kız Kur’ân Kursunu yaparak fahri hizmetimize devam etmeye çalışıyoruz. Cenabı Hakk’ın lütf-u keremi ve ihsanı ile….
MAARİF ÜÇ AYAKLIDIR
S. TAN: Efendim hayatınız eğitim ve hizmetle geçmiş anlaşılan.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Osmanlı devletinde maarifin yani eğitimin üç tane önemli ayağı vardı. Maarif fevkalade önemli bir kelimedir. Maarif, marifetten gelir. Bunların en nihayeti marifetullahdır. Tahsil ilerledikçe, diploma büyüdükçe maarif ile elde edilecek ilim kişiyi Hakk’a yani insanı Allah’a yaklaştıracak bir eğitimdir. Maarifde bu özellik ve güzellik vardır.
Maarifin bir ayağı mektep, medrese ayağıdır. Burada hem tekniğe, bilime dayalı eğitim yapılır hem de dini eğitim tahsil edilir. İmam Hatip Liselerinde işte böyle bir eğitim vardır. Maalesef diğer liselerde ve orta okullarda dini eğitim istenilen seviyede değildir. Sadece İmam Hatip Liselerinde okuyan çocuklara lazım değildir ki Kur’ân-ı Kerim.
Maarifde ikinci ayak camilerdir. Camiler hem ibadet, hem ilim yeridir. Tarihimizde camilerin 12 tane fonksiyonu olmuştur. Selatin camilerimizde şurada tefsir okutulur, şu köşede hadis okutulur, şu köşede fıkıh okutulur, şu köşede Mesnevi okutulurdu. Ecdadımız mahkemeleri bile caminin çatısı altına almıştır. Kadı Efendi diyor ki; “Bak burası Allah’ın evidir burada yalan söylenmez.”
Üçüncü ayak ise Hazreti Mevlanâların yetiştiği, Abdulkadir Geylanîlerin, Yunus Emrelerin, Şah-ı Nakşibentlerin yetiştiği dergahı şeriflerdir. Kültürümüzde bunların hepsinin yeri, değeri fevkalade önemlidir.
Bunları kaldırdığınız zaman alt yapı eksiliyor, arızalar meydana geliyor. Bugün şikayet ettiğimiz bir çok husus var ise bu alt yapının ortadan kaybolması ile gerçekleşmiştir. Millet olarak karşılaştığımız sıkıntılara sebebiyet veren şeyin ne olduğunu iyi anlamamız lazımdır. Biz bu Namnam Kasrı’nı inşa ederken elimizden geldiği kadar bulunduğumuz bölgede bu eksikliği telâfi etmeye çalıştık. Okul, camii, dergah neşesi burada tahakkuk etsin istedik. Bizim yaptığımızı ancak bir arzu, bir özlem, bir numune olarak değerlendirebilirsiniz.
İSTİSMAR NASIL ÖNLENİR?
S. TAN: Efendim yeri gelmişken size şöyle bir soru soralım. Eskiden manevi eğitim dergahlarda yapılıyordu. Dergahlar aynı zamanda farklı meşreplerden, farklı sosyal gruplardan insanlara hitap ediyordu. Şimdi böyle bir müessese ortadan kaldırıldı fakat insanların maneviyat ihtiyacı da devam ediyor. Kontrol edilemeyen, hüdayi nabit ve manevi olduğunu iddia eden yapılardan da çeşit çeşit sıkıntılar ortaya dökülüyor. İnsanlar istismar ediliyor. Bu durumda hakiki manevi eğitimin yapılabilmesi için çözüm nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim yine tarihimize baktığımızdaman din müessesesinin iki olduğunu görürüz. Bunlardan birincisi, Şeyhülislamlık makamı, fetva makamı. Bütün müftülükler, camiler buraya bağlı. Bir de bütün dergahı şeriflerin bağlı bulunduğu meşihat makamı var.
Birisi şer-i şerife, kitabi ilimlere hitap eder. Bir diğeri de ilmi ledün ile, hal ile kalplere, gönüllere hitap eder. Birisine İlm-i sütûr (satırlar ilmi) der isek diğerinde İlm-i sudûr (gönüller ilmi) deriz.
Din-i mübini İslam’ın lokomotifliğini de işte bu ikinci sırada zikrettiğimiz dergahı şerîflerin bağlı bulunduğu meşihat makamı yürütmüştür.
İlmi ledün dediğimiz bu manevi hal yolu aslında “Sünnet yolu” dur.
Bu yapılarda üç husus çok önemlidir. İlki mevzusunu iyi bilmesi. İkincisi, bizzat kendisi yaşaması, tatbikatını yapması. Üçüncüsü ise etrafına ulaştırması, yaymasıdır. Eğer bir insan bildiğini yaşamıyorsa onların İslam’ı yayma etrafa ulaştırma hakları da yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’deki “Siz kendiniz yapmadığınız halde niye başkalarına yapın diye söylersiniz” ifadesi böyle yapıların hep tarihimizde kontrol edilmesine vesile olmuştur. Görülmüştür ki tesiri olmuyor. Hatta müsbet manada tesiri olmadığı için toplumu bozan bir tesir icra etmeye başlıyor. Osmanlı Devletini ele alırsak Osmanlı’nın taa başından itibaren padişahlarının neredeyse tamamı bir mürşidi kâmilin dizinin dibinde yetişmiştir. Osman Gazi ile Şeyh Edebali’den itibaren herbir padişahın yetişmesinde bir mürşidi kâmil vardır. Son padişaha kadar hepsi bir mürşidi kamilin dizinin dibinde yetişmiştir.
Akşemseddin Hazretleri daha ilk gençlik yıllarında Fatih Sultan Mehmet’i vakit vakit huzuruna çağırıyormuş. “Ya Muhammet senin peygamberin yalan söyler mi?” diye sorarmış. Fatih mürşidinin huzurunda el pençe divan vaziyetinde “Söylemez efendim” dermiş. Akşemsettin o zaman “Sen ne duruyorsun İstanbul’u fethetme kabiliyetini ben sende görüyorum” diyerek Fatih’i o hale getirmiş ki bir müddet sonra Fatih “Ya İstanbul’u ben alacağım ya İstanbul beni alacak” der hale gelmiş.
İstanbul’un fethi İstanbul’un manevi sahibi Ebâ Eyyub el Ensarî’ Hazretleri’nin kabri şerifinin bulunmasıyla başlamıştır. Burada ifade edilmesi gereken bir şey de manevi bakımdan hiçbir şey ihmal edilmediği gibi maddi bakımdan da gereken bütün şeyler yapılmıştır.
Yavuz Sultan Selim Han’ın bir beytini zikretmemiz gerekirse:
Padişahı alem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.
Yani Osmanlı tarihinde tasavvuf dediğimiz sünnet yolu en ince şer-i şerîf ahkamına dikkat edilerek yürütülmüştür. Sünneti seniyeyi ihya etmenin güzelliklerinin birçoğu Osmanlı’ya nasip olmuştur.
Osmanlı padişahlarından Bayezid-i Veli adı üstünde kendisi çok iyi bir derviştir. Onun zamanında dergahlar çoğalmış. Çoğalmış ama na ehillerden de bir hayli postnîşin olanlar olmuş. Tabi ehil olmayan kişiler çoğalınca şairin dediği gibi,
“Ne gider ne götürür maksadı ham pir erler.”
Yani ne kendisi gider, ne de kendisine tabii olanı menzil-i maksûda götürebilir. Her güzel şeyin mukallidi, taklidi vardır. Onlara müteşeyyih denir yani şeyh gibi görünmeye çalışanlar.
Bayezid-i Veli döneminde dergahlar çoğalıp bazı gayri şer-i hadiselerden bahsedilince padişah bir imtihan heyeti teşekkül ettirmiş. Osmanlı toprakları üzerindeki bütün şeyhler imtihana tabi tutulmuşlar. İmtihanı kazananlar hizmetlerine devam etmişler. Layık olmayanların taç ve hırkaları hemen o celsede üzerlerinden soyulmuş. Heyetin başı Ahmet Şemsüddin Marmaravi Hazretleridir, kabri şerifleri Manisa’dadır. Elhamdülillah onun dergâhını yenilemek te bize nasip oldu. Tarihçeyi hayatında diyor ki; “Bir tekne dolusu taç ve hırkayı Marmara Denizi’ne döktürdü.”
Şimdi kontrollerin olmadığı, hiçbir eğitimden geçmeden şeyh olduğunu iddia edenlerin çok olduğu, neyin ne olduğunun bilinmediği bir fetret döneminden geçildiği için bizzat böyle kontrollere zaruri ihtiyaç vardır.
Şimdi acaba aynı müesseseler canlanır mı? İslami uyanış arttıkça, sosyal etkinlikler geliştikçe tasavvuf neşesi de rayına oturacaktır. Manevi dergahlar illegal olmaktan kurtulup legal hale geldikçe zamanımızdaki yanlışlıklardan temizlenip istikamete girecektir diye ümid ediyoruz. Çünkü tarihimizde bu yapıların menfi manada yaptıkları hiçbir hadise yoktur. İçinde hep güzellikler, güzellikler, güzellikler barındırmaktadır. Her sene ihtifallerini yaptığımız müesseseler yine bunlardır. Yunus Emreler, Hazreti Mevlanalar, Şemsi Tebriziler hep bu ocağını yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Herkesin dili çözüldüğü zaman toplumu birleştirmek için müracaat kaynaklar yine bunlar olmaktadır. Bu itibarla bu müesselerin yeniden ihya edilmesini fevkalade faydalı görüyorum. Zannediyorum pek uzun bir zaman geçmeden müsbet manada hizmetlerine devam edeceklerdir inşallah.
NAMNAM KASRI

S. TAN: Kasrınıza ve Kur’ân kursuna verdiğiniz isim olan Namnam ismi nereden geliyor hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Aşağıdan geçen ve kış aylarında bereketlenen deremizin adı Namnam’dır.


Gösteriş, riyâ, yollarda kaldı, vuslat bâbını buldun demektir..
İlme'l-yakîni, ayne'l-yakîni, hakka'l-yakîni buldun demektir..
Bir ömrü verdin, gülleri derdin, vuslat bağının bahçivânısın!..
Maksada erdin, en büyük hedef son söz olarak Allah!. demektir.

Arşî gıdâlar alanlara sor!
Nûr deryâsına dalanlara sor!
Onbeş günde bir iftâr edenler,
Ne yer, ne içer bilenlere sor!..
Altınoluk Dergisi, Sayı 291, Mayıs 2010.
İmam Gazali Hazretleri tahsile başladığı gençlik yıllarında kervan ile sefer esnasında bir gurup eşkiyanın baskınına uğrar. Eşkiya yolcuların nesi varsa hepsini alır götürür. Bu meyanda İmam Gazali Hazretlerinin kitaplarını da alırlar..
Her ne kadar bunlar sizin işinize yaramaz diye yalvarır ise de, eşkıya kitapları alır götürür.
Bundan böyle İmam Gazali Hazretleri eline geçirdiği eserlerin hepsini, (eşkıya korkusu üzerine) ezberler. Tahsil yolunda olan gençlerimize ilme olan iştiyak ve arzuyu anlatması bakımından bu vak’ayı arz etmiş oldum.
Bütün hayatımız boyunca havf ve recâ içinde olmamız gerekeceği gerçeğini hatırlatması bakımından İmam Gazali Hazretlerinden bazı nakiller yapmak istiyorum. Eser, orijinal Mükâşefetü’l-Kulûb:
Ebu’l-leys Semerkandi‘den neklen:
“Kişinin Allah’ı sevdiği, sevmediği 7 şey ile bellidir:
1. Dilinden bellidir. Eğer bir mü’min (erkek olsun, kadın olsun) yalan, gıybet, lâf getirip götürme, iftira, luzumsuz ve gereksiz lâflar ile dilini kirletirse, büyük mes’uliyet taşımaktadır.
Dilin kullanım sahası, her hâl ü kârda doğruyu söylemek, Yüce Allahı zikr etmek, Kur’an-ı Kerîm okumak ve ilim müzâkeresinde bulunmaktır.
Tarihte öyle anneler, babalar yaşamıştır ki, ağzımızdan yanlış kelimeler çıkabilir, mes’ûl oluruz düşünceleri ile, muhatablarına Kur’ân âyetleri okuyarak hitâb etmişler, muhatablar da kişinin ne demek istediğini anlamışlar, öylece davranmışlardır. Heyhat bunlar hep mazîde mi kaldı…
Koca Yunus’tan:
Söz ola kese savaşı!.
Söz ola kestire başı!.
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ide bir söz…
Yüce Mevlâmızın öyle kulları da vardır ki, otururlar, kalpten kalbe konuşurlar, müzakerelerini yaparlar, kararlarını alırlar, kalkarlar giderler...
2. Kalbinden bellidir. Kalbinde Yüce Allahımızın sevmediği ne varsa hepsini çıkarıp atmalıdır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi mühim işlerdendir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ide Hak!..
Padişah konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan!…
Din kardeşine kin, düşmanlık, hased…bin türlü maraz taşımak ne büyük âfettir!..
Melekler ancak gördüklerini ve duyduklarını yazarlar. Ancak Yüce Allahımız, gözlerin hâin bakışlarını, kalbden geçenleri de bilir. Kimden neyi saklayacaksınız..
Şu hususu da ayrıca ifade etmeliyim:
Dünyada iki mukaddes şehir vardır ki, Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevveredir. Bu iki şehirde işlenmediği halde her hangi bir ma’siyet işleme arzusu kalblerden geçerse kişi bunlardan da mes’uldür.
İşte bu iki mukaddes şehir, sevdiğini tutar, sevmediğini atar.
Yılların tecrübesi ile görmüşüzdür ki, hacıların bir kısmı hac bitiminde Haremeynden ayrılmak istemez, bir kısmı da “Ne zaman döneceğiz?..” demeğe başlarlar…
Bir kısım bahtiyarların vefatları da Haremeynde tahakkuk eder, Cennetü’l-Muallâ ve Cennetü’l-Bakî’de kalırlar…
Lekesiz bir îman, riyasız ibâdât bir de mürşid terbiyesi üçü bir arada tahakkuk ederse, kalbler tasfiye, nefsler tezkiyeye ulaşırlar.
Bünyeyi en son terk edecek ma’nevi maraz, hubb-i câh dedikleri makam ve mevki’ sevdasıdır. Kişi bundan da kurtulursa vilâyet mertebesinin zirvelerine tırmanmış olur.
Cennete göre dünyâ varlığı cidden bir hiçtir!..
Rü’yetullah’a bir kere ersen Cennet bir hiçtir!..
Vakti nakid bil, Allah’a dayan, hikmete râm ol!..
Eğri yürürsen, yan gelip yatsan, ömrün bir hiçtir!…
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerinden dinlemiştim: Kalbler beş kısma ayrılır:
1- Ölü kalb.
2- Hasta kalb.
3- Gafil kalb.
4- Zâkir kalb.
5- Diri kalb.
Ölü kalblerde ma’neviyyat diye bir şey kalmamıştır. Hasta kalbler hayata kavuşabilir, ihmal edildiği takdirde öle bilirler. Gafil kalbler, 24 saatte zikri ve Yüce Allah’ı hatırlamakta yarıdan az; zakir kalblerin zikri ise günlük hayatta yarıdan fazladır.
Diri kalblere gelince, 24 saatin bütününde bir nefes Yüce Allahtan gafil değil, bütün muâmelelerinde ayık ve zikir halindedir. Yani el kârda, gönül yarda…
Örnek olarak en başta Peygamber Efendimiz, bütün peygamberler, evliyânın büyükleri bu zümredendir.
Şeyh Gâlip Dede Hazretlerinden:
Ey dil!..ey dil!.. niye bu rütbede pür-gamsın sen!..
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen!..
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen!..
Bildiğin gibi değil, cümleden akvemsin sen!..
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen!..
Sırr-ı Haksın mesel-i Îsi-i Meryemsin sen!..
Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen!..
Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen!…
Altınoluk Dergisi, Sayı 292, Haziran 2010.
3. Bakışlarından bellidir. Yüce Allahımızın haram buyurduklarına bakmaz. İstek ve arzu ile, rağbetle dünya zenginliklerine de bakmaz. Ancak ibret almak maksadı ile bakar.
Nakşibendi usullerinden, hayat boyunca tatbik edildiği takdirde büyük kurtarıcı 11 usulden biri de, Nazar ber kademdir. Yolda yürürken ancak basacağımız yere bakarak yürümek. Herkes için önemli olmakla beraber, özellikle hanımlar, kızlar için ne kadar önemlidir.
Namaz kılarken çeşitli şeylerin hatırımıza geldiğinden şikayet ederiz. Gözler, kalplerin penceresi gibidir. Günlük hayatımızda gözleri İslami ölçülerin dışında kullandığımız takdirde, kalplere depo edilen yanlışlar, elbette ki namazda hatıra gelir ve rahatsız eder.
Büyüklerden bir zattan dinlemiştim:
“Bir gün Üstadımı ziyarete gidiyordum, apartmanın merdivenlerinden inerken süslü, cilveli, parfüm esintileri ile merdivenleri dolduran bir kadınla karşılaştım. İlk görüşten sonra bir daha baktım. Üstadımın huzuruna vardığım zaman merhabalar şöyle dursun, yüzüme bile bakmadı, biraz oturdum, kalktım, giderken uğurlar olsun bile demedi.” demişlerdi.
4- Yediklerinden bellidir. Peygamberimiz Efendimiz bir hadislerinde buyuruyorlar ki:
Adem oğlunun midesine bir lokma haram girerse, o haram, bünyede bulunduğu müddetce (alınan bir gıdanın te’siri 40 gün devam eder) yer ve gök melekleri ona lanet okurlar, o haldeyken ölürse yeri cehennemdir.”
Hazret-i Mevlâna’nın bir sözünü hatırlayalım:
Kabiliyetsiz ile uğraşmak kubbe üzerinde ceviz durdurmağa benzer!..
Kabiliyetsiz kim?
Nikahtan mahrum, haramlarla beslenmiş, mürşid meclislerinde bulunmamış.
Konyamızın büyük dervişlerinden Dişçi Hacı Mehmed Lekesiz misafirim idi. Sohbet esnasında misafirlerimden birisi, “Efendim! Devlet bankalarının faizleri haram sayılmazmış diyorlar. Ne buyurursunuz?” deyince:
“Evlâdım, bir caddeden geçerken o cadde üzerinde bir banka binası varsa onun önünden koşarak geç, Allah korusun o esnada bir deprem filan olur, bina yıkılır altında kalırsan, âkibetin çok feci olur” diye buyurmuşlardı. Haramların büyük tehlikesini anlatmış olmak bakımından.
Ruh sağlığımızı emniyete almak günlük hayatımızda mühim işlerdendir:
Lekesiz îman,
Riyasız ibadet,
Yeteri kadar helâl kazanç.
Gücümüz yettiğince insanlığa hizmet, ne kadar büyük önem taşımaktadır…
Osmanlı İmparatorluğunun geniş coğrafyasını hatırlayalım. İstatistikler yapılmış. O kadar geniş coğrafyada işlenen cürümler, bu gün memleketimizin büyük şehirlerinden birisinde işlenen cürümlerle karşılaştırılmış, maalesef şimdiki ölçüler çok daha fazla. Sebep, yukarıda arz etmeğe çalıştığım yanlışlar.
Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)’in hılâfetinin ikinci yılında devlet sınırları içinde en küçük bir cürüm dahi işlenmemiştir ve bu, dünya tarihinde tektir.
5- Kişinin ellerini harama uzatmaması, tâatta kullanmasıdır.
Peygamberimiz Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Cenab-ı Hak Celle Celalüh Hazretleri Cennette, sütunları zebercetten bir köşk hazırlamıştır. İçinde 70 bin dâire, her dâirede 70 bin ev… Bunları, Yüce Mevlâmız, kendilerine haram teklif edildiği halde Allah’a olan sevgilerinden ve saygılarından dolayı harama ellerini uzatmayan mü’minlere verecektir.”
Elleri ile san’at eserlerini meydana getiren güzelleri nasıl takdir etmezsiniz!.. Medine-i Münevverede Mescid-i Nebevinin Selam Kapısından girince Kıble Duvarındaki Ecdâd yâdigârı Âyetleri, Esmâü’l-Hüsnâ, Peygamber Efendimizin güzel İsimlerini, daha nice hat eserlerini ve motifleri nasıl takdir etmezsiniz!.. Bunları hangi güzel eller hazırlamış, yazmış. Hangi gönüller ne yüce duygularla bezemiş!.. Eğer bir kimse bırazcık hüsn-i hattan anlıyorsa, Peygamber Efendimizi ziyaret neş’esi en başta olmak üzere Bâbü’s-selâmdan ayık girer, Bâb-ı Cibrilden mest ü lâ ya’kil olarak çıkar gider!..
Çok sevgili dostum Hattat Ali Hüsrevoğlu’nu şükran ve duâlarla yâd etmeliyim. Mescid-i Nebevînin genişletilmiş mekânlarındaki âyetleri yazmak ona nasib olmuştur!..
Yanlışta kullanılmayan ellere binlerce takdir, teşekkür, duâ…
6- Kişilerin ayaklarını günah yolunda kullanmamaları, tâatta, hizmette kullanmaları…
Bir kişi düşünelim, bir ömür ayakları kendisini meşrû’ güzel yerlere taşımıştır… Bir kişi de düşünelim, meyhane, kumarhane… bir ömür oralarda dolaşmış.. Yaya olarak kıt’alar arası Hacca gelenler olmuş!.. Onları vakit vakit hayâl etmişimdir. Hangi ayaklar güzel?
1985-1990 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de idim. Gece ibadetlerine devam ettiğimiz arkadaşlarım vardı. Bunlardan birisi de Yemenli Mücâhid Efendi isminde bir dostum idi (hâlen hayâtta). Yatsı namazından sonra saat 10 civarında tavafa girerdi, 6 saat kesintisiz tavaf ederdi… Teheccüd vaktine kadar… Ayakları ilim yolunda, hizmet yolunda, bir ömür taatta kullana bilmek ne büyük bir başarıdır!..
7- Kişinin yaptığı her işi Allah rızası için yapması:
“Günahın büyüğü küçüğü olmaz, kime karşı işlendiğine bakılır, ni’metin azı çoğu olmaz, kimin verdiğine bakılır.” ta’birini büyüklerden hep duymuşumdur…
Ka’beyi tavaf ederken Rükn-i Yemâni ile Rükn-i Haceru’l-esved arasında şu duâ okunur:
“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünya haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe’n-nar…”
Kısaca ma’nası, “Ey bizim Rabbimiz bize dünyada hasene, (sevaplar ver), ahirette de hasene (sevaplar) ver!.. Ve bizi cehennem azâbından koru!..
Dünyâda yapabilene sevaplar çoktur. Ancak yapılan sevapların ancak ve ancak, (küçüğü büyüğü) O’nun rızâsı için yapılanıdır, en mu’teber olanı budur. Yüce Rabbimizin rızası ameller içinde gizlidir. Riyâdan uzak olabilmek ne büyük başarı ve zaferdir…
Dünyada atılan her adımda İlahî rızayı aramak cümlemize nasip ola!..
Ahirette de en büyük hasene Yüce Allahımızın Cemâline mazhar olabilmektir!.. Bu güzel neticeyi şiirleştirmek icap ederse:
Dünyâda rızâ, Ukbâda Likaa!..
Ancak maksûdum rızâ ve Likaa!..
Altınoluk Dergisi, Sayı 19, Eylül 1987.
O, imanlarına iman katsınlar diye, müminlerin kalblerine sekinet indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah alîm ve hakimdir.(1)
Sekînet, sükun ve itmi’nan, sebat ve temkin manasına masdardır. Nefisdeki telaş ve heyecanın kesilmesi ile hasıl olan kalb oturması, yürek ısınması, gönül rahatı, huzur ve sükun manalarını ifade etmektedir. (2)
Hazret-i Ali keremallahü vecheh ve radiyallahu anh’den bir rivayette:
“Sekînet, mü’minin kalbine yerleşip onun iç huzurunu te’mîn eden bir melekedir” denilmiştir.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin “Fütühat-ı Mekkiyye“sinde:
“Sekînetin başlangıcı, emri her vechile anlayıp kavrayarak mütalaa etmektir. Böyle olmayınca sekînet hasıl ve sahîh olmaz” denilmektedir.
“Hani İbrahim; Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demiş, (Allah buna) inanmadın mı yoksa demiş, o da, inandım, fakat kalbimin (gözümle de görerek) yatışması için (istedim diye) söylemişti.
“Allah dedi ki: Dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onlardan her parçayı bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir.
“Bil ki şüphesiz Allah bir kadir-i mutlaktır, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.” (4)
Yukarıdaki ayet-i kerîme mealinde ifadesini bulan İbrahim aleyhisselamın münacatı, ondan sonra da Cenab-ı Hakk’ın ölüleri nasıl dirilttiğini bizzat göstermesi, kendilerinin daha önceki düşüncelerini ortadan kaldırdı. Kalbi huzur ve sükuna eriverdi.
İbrahim aleyhisselam bu münacat ve müşahedesini sekînetin başlangıcı yaptı.
Bu müşahededen önce ölülerin diriltilmesi keyfiyeti “Acaba Cenab-ı Hak ölüleri nasıl diriltiyor” diye zihnen onu meşgul ediyordu.
Arab dilinde bıçağa “sikkîn” denmesinin sebebi, hayvandaki heyecan ve ızdırabı kesip atmasındandır.
Kelime-i Tevhîd’in “Lâ”sı ile yani “Lâ” kılıcı ile kalbde olan her türlü telaş, vesvese ve teşvişi kesip atabilseydik…
İnsan, imanın şartlarını tamamlayıp “ilme’l-yakîn”den, “ayne’l-yakîn” mertebesine ulaşınca Hak tarafından o mü’minin kalbine öyle bir tecellî hasıl olur ki, o tecelliye “zevk” denilir.
Kişinin îmanı ilme’l-yakîn mertebesinde iken bu “zevk”e ulaşmak mümkün değildir.
“Sekînet”in, bu Atiyye-i Sübhaniyyenin elde edilmesine gelince;
İmam-ı Rabbanî hazretlerinin “Mektubat”ında (5) beyan buyurdukları üzere; kişinin Hakk’a yaklaşmaşı ve ebedî kurtuluşa ermesi için mutlak süratte üç şeye ihtiyacı vardır: İlim, amel, ihlas…
Bu üç kurtarıcıya kamil bir zatın rehberliğinde öyle sıkı sarılmak îcap eder ki, netice alınabilsin ve maksat hasıl olsun…
Buharî’nin rivayet ettiği hadîs-i kudsîyi bir daha hatırlayalım:
“Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu Ebü Hureyre Radiyallahu anh’dan rivayet olunuyor:
“Allah Teala buyurdu ki: Her kim benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz ben ona harb ilan ederim.
“Benim kulum, üzerine farz ettiğim şeyden daha sevgili hiç bir şey ile bana yaklaşamaz.
“Bir de kulum nafileler ile bana yavaş yavaş, yaklaşa yaklaşa, nihayet öyle bir hale gelir ki, Ben onu severim.
“Onu sevdiğim vakitte de, onun işitmesine vasıta olan kulağı, görmesine vasıta olan gözü, tutup yakalamasına vasıta olan eli, yürümesine vasıta olan ayağı, anlamasına vasıta olan kalbi, söylemesine vasıta olan dili olurum.
“Öyle olan kişi Ben’den bir şey isterse muhakkak veririm. Bana sığınırsa onu muhafaza eder, korurum.” (6)
Buharî’nin metninde:
“Ölmeyi istemeyen, kendisine kötü muamele de bana hoş gelmeyen, halbuki hasbe’t-takdîr ölmemesine de çare olmayan mü’min kulumun rühunu kabz etmekteki tereddüdüm kadar işlediğim hiç bir şeyde tereddüd göstermedim” ziyadesi vardır.
Tabiatiyle bütün bu çalışmaların sonunda Cenab-ı Hakk’ın kulunu sevmesi umulur. Muhabbetin menşei, kökü, aslı muhakkak, Hak canibindedir.
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl!..
Muhammed’siz muhabbetten ne hasıl?..
Kulun Sünnet-i Seniyye’yi ihya neş’esi içinde hayatına devam etmesi, bu güzelliklere ulaşmak için zarurî ve elzem bulunmaktadır.
Koca Sinan Paşa’nın dili ile Bayezid-i Bistamî hazretleri bakınız neler buyuruyor:
Nitekim ol şeyeh-i alem Bayezid
Nür-i çeşm-i rüy-i Adem Bayezid
Nakl olunur kim demiş ashabına
Ehl-i dilden bulunan ashabına
Ben sanırdım bunca yıldır aşıkım
Talibim yari, gönülden sadıkım
Bu tamam oldu bana ahir ayan
Aşık u talib o imiş bî-güman
Ol muhibb imiş bana mahbub ben
Talib Ol imiş beni, matlub ben
Ol imiş cezb eyleyen beni bana
Ol imiş hem komayan beni bana
Şol gönül kim aşıkı Allah ola
Dil değil ol, dü cihana şah ola
Olmaya ol gönüle hergiz hicab
Rüy-i ma'şuku göre ol bî-nikab (7)
Bütün dünyada ma’nevî değerlerden kopan zamanımız insanlarının ne türlü felaketlere sürüklendikleri her gün gözlerimizin önündedir. Günlük hadiseler ve haberler bunun acı örnekleri ile doludur.
Bu itibarla insanlığa doğruyu göstermek, yaşamak ve yaşatmak, en büyük hizmetler cümlesindendir.
Ashab-ı Kiram radıyallahu anhüm ecmaîn hazeratı, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) yüce huzurlarına vardıkları zaman, tüy kadar hafif, göklere uçacak kadar ma’nevî haz içinde bulunduklarını her zaman îtiraf ederek,
“Ya Rasulallah! Huzur-i alînizde böyle iken kendi özel hayatımıza döndüğümüz zaman yine eski durumumuz bize arız oluyor” dediklerinde,
“Eğer o haliniz devam etse melekleri açıktan görür, onlarla müsafaha ederdiniz” buyururlardı.
Başlangıçta kalbden kalbe akis yolu ile tadılabilen bu hal, veraset-i Peygamberîden hissesi bulunan “ehlullah”ın huzurunda da aynen hiss olunur.
Yukarıda arz etmeğe çalıştığım sekînet ve benzeri halleri, usulünce iktisab edinceye kadar, ilim ve verasette kemalli zevatın yüksek huzurları ve vakit vakit ziyaretleri ile tatmak ne güzeldir!..
Vardıkda pîr-i kamil’e, taş olsa dil yumşağ olur
Fir’avn ise nefsin yakîn, karıncadan alçağ olur
Oldunsa vakıf aczine, edna amel bir dağ olur
Çürüklerin hep sağ olur, zehrin kamu bal yağ olur
Dağlar yemişli bağ olur, cümle cihan bostan sana (8)
Dipnotlar:
1. Fetih Suresi, ayet: 4
2. Hak Dini Kur’an Dili, c.6, s. 4408.
3. Tefsîr-i Rûhu’l-beyan, c. 9, s. 12.
4. Bakara Süresi, ayet: 260.
5. Mektübat, c. 1, s. 7.
6. İmam-ı Nevevî, Kırk Hadîs.
7. Tazarru’name, s. 194.
8. Dîvan-ı Es’ad, Erbilli Şeyh Muhammed Es’ad Efendi.
Allah için kurulan kardeşliklerin ne derece kuvvetli gönül bağı oluşturduğunu gösteren bir başka hatırayı da muhtelif şehirlerde dînî hizmetlerde bulunmuş, aşk insanı, şâir ve emekli müftü olan İlhan Armutçuoğlu ağabey şöyle anlatmıştı:
Diyanette görevli iken Van taraflarına gezici vâiz olarak gitmiştik. Orada vazife yaparken, acaba “Altın Silsile”mizin son halkalarını teşkil eden Tâhâ’l-Hakkârî (k.s) hazretlerinin ahfâdından (torunlarından) kimler var? diye gönlüme düştü. Oranın yerlilerinden sordum soruşturdum. Eczacı Muzaffer Bey adında bir zattan bahsedildi. Araştırıp buldum. Ziyaretine gittim.
Hoş sohbet, kibar, zarif beyefendi bir insandı. Görüşüp tanıştık. Dedelerinden, yetiştirdiği talebelerden bahsettik. Ziyaretimizden memnun kaldığını söyledi. Yanından ayrılırken; “- Selamlarınızı götürebilir miyim?” dedim. “- Çok memnun olurum” diye cevap verdi.

İstanbul’a geldiğimde Sami Efendi Hazretlerini ziyarete gittim. Van’da ikamet eden Eczacı Muzaffer Bey’in selamlarını tebliğ ettim. Nasıl arayıp bulduğumu ve tanışmamızı anlattım. Pür dikkat dinleyen Efendimizin mübarek yüzleri pırıl pırıl , gözleri ışıl ışıl oluverdi. Çok duygulandıkları mübarek simalarından belli idi. Memnuniyet ve sevincini şu hadis-i şerifi okuyarak ızhar etmişlerdi.
“Eddâllü ale’l-hayri kefâılihi = Bir hayra delâlet eden o hayrı yapmış gibi sevap alır” buyurdular. Bunu üç defa tekrar ettiler.
Sonra, “Rabbimiz bu hadis-i şerifin sırrına mazhar buyursun” duasında bulundular.
Üsve-i Hasene, Altınoluk Dergisi, 209. sayı, Temmuz 2003.