İlhan Armutcuoğlu Hocaefendi ile mülakat DiyanetTV, 10 Temmuz 2017.
DiyanetTV de yayınlanan Bir Asır Bir Çınar programının konuğu olan Merhum İlhan Armutçuoğlu Hocamız ilim, irfan ve irşad yolunda geçen bereketli bir ömürden hatıralarını naklediyor…
“Ka’betullah’dan Şehru’r-Rasûle uçtum da geldim!.. Kasr-ı Namnam’dan, Kasr-ı Halîl’e coştum da geldim!.. Mevlâm dilerse ilk cennetine dünyâda alır!.. Hakk‘a kulluğa, Rasûl’e ümmet olmağa geldim…“
Bir Asır Bir Çınar adlı belgesel program, ülkemizin en eski kurumlarından Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde din hizmetinde bulunan emektar müftülerimiz, imam hatip, müezzin kayyım, vaiz ve Kur’an Kursu hocalarımızın hayatlarını konu alıyor.
Geride bıraktıkları izler, görev yıllarında karşılaştıkları zorluklar, yaptıkları hizmetler ve unutamadıkları hatıralar Bir Asır Bir Çınar programıyla ekranlara geliyor. Aile yaşantıları ve çevresiyle ilişkileri de sinematografik bir anlatımla yansıtılıyor.
İbrâhim b. Edhem hazretlerine ait olduğuna inanılan Marmaris Adaköy mahallesi, Yalancıboğaz mevkiinde bulunan kabr-i şerîfe ait mezar taşı…
Merhum İlhan Hocamız sohbetlerinde İbrâhim b. Edhem hazretlerin âhir ömründe İskenderiye şehrinde bulunduğunu ve bir deniz seferine çıktığını söylerlerdi. Bölgede yaşamış hal ehli zatlârın tarafından da, kabri şerîfin İbrâhim b. Edhem hazretlerine ait olduğunun keşfen tesbit edilip nakledildiğinden bahsederlerdi.
Kabir halk arasında Fenerci Dede olarak bilinir… Bölge halkı kabirde medfûn bulunan mübarek zâtın geceleri fırtınalı havalarda gemilere fener ya da ateş yakarak yol gösterdiğine inanırlar.
İbrâhim b. Edhem hazretlerin kabri, İlhan hocamızın gayretleriyle, bir hayırsever zâtın da himmetleriyle yapılmıştır. Mezar taşı olarak da İlhan Armutcuoğlu hocamız tarafından aşağıdaki dörtlük kaleme alınmıştır. Kitâbe hocamız tarafından Osmanlıca ve Türkçe harflerle mermere nakşettirilmiş ve uzun süre kabir taşı olarak kalmış ise de zamanla bu kitâbenin aslı kaybolmuştur.
Hocamız sohbetlerinde bu beyti okur, şiirin dervişliğin esaslarını ihtiva ettiğini, zikr-i dâimîye vâsıl olmanın, halk içinde Hak Teâlâ ile olmanın, geceleri seherlerde zikr-u tesbîhat ile meşgul olmanın, nâm-ü şâna meyletmemenin dervîşân için esas gâyeler arasında olduğundan bahsederlerdi.
"Hak erenler mezhebinde bir ömür Yâ Hak dedim Gündüzüm halk hizmetinde geceler Yâ Hak dedim Nâm-ü şâna meylim olmaz bir isimsiz Edhemim Âkıbet deryâya perçin Bekçiyim Yâ Hak dedim"
Kâmil Yeşil 23 Nisan 2019, Dünya Bizim Kültür Portalı
Benim düşünceme göre ezan, Kur’an-ı Kerim dinlemiş bir taş, bir ağaç, bir toprak, bir su ile; ezandan ve Kur’an’dan mahrum olmuş taş, toprak, su, ağaç arasında büyük bir fark vardır. Biz bu farkı ilk anda anlayamayabiliriz. Ancak ehlinin fark ettiğini biliyoruz. Şöyle düşünelim. Bir zikir halkasının yanına konmuş ve saatlerce yüksek sesle Kelime-i Tevhid, Allah Allah zikri dinlemiş, üzerine aşır ve salavat işitmiş bir su, çeşmeden, dereden kendi halinde akan su ile aynı olabilir mi? Bana göre olamaz. Bunların arasında mutlaka tat, titreşim, canlılık, bereket, maneviyat farkı vardır. Allah’ın takdir-i ezelisi ile tabii ki, gayrimüslim topraklarda yetişen nebatat ve hayvanat ile Müslim topraklarda yetişip yaşayan nebatat ve hayvanatın manevi değerinin aynı olmadığını düşünüyorum. Kur’an’da geçen “öyle taşlar, kayalar vardır ki Allah korkusundan yuvarlanır” anlamındaki âyeti böyle anlıyorum desem, ne lâzım gelir?
Sözü buradan başka bir mecraya taşımak istiyorum. Bana göre bir Allah dostunun nazarına muhatap olmuş, bir Allah dostunun gözlerinden çıkan nura tutulmuş bir kimse ile; o nurdan şöyle veya böyle mahrum kalmış biri de aynı kişi değildir. Allah dostunun nazarına muhatap olmakla kalmayıp onun sözlerini kulağı ile duymuş, elini tutmuş, dizi dizine değmiş, aynı sofradan yemek yemiş, aynı mekanı ve zamanı paylaşmış kişi ile bunlardan mahrum kalmış kişi aynı olabilir mi? Bu sadece metafizik kurallara değil; fizik ve kimya kurallarına da aykırı bir şeydir. Hele bu Allah dostu Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretleri ise…
Ramazanoğlu Mahmud Samî ks.
İşte Sami Efendi Hazretlerinin nazarlarına, sözlerine muhatap olmuş, onun dizine diz değdirmiş, onunla aynı mekanı ve zamanı paylaşmış nasipli bir kişiden bahsedeceğim sizlere. Muhterem İlhan Armutçuoğlu Hoca’dan.
Örneği az bulunur müftülerden
İlhan Hoca, bizim tabirimizle İlhan Ağabey tekaüde ayrılmış bir Müftü. Ve fakat örneği az bulunan bir müftü o. Edebiyata meraklı, hem de aruzla şiir yazacak kadar nüfuz sahibi. Tasavvuf ile meşgul olanlarda bu edebi zevk ve neşe vardır. Öyle zannediyorum ki İlhan Armutçuoğlu’na bu edebî neşve Es’ad Erbili Hazretlerinden geçmiştir. Çünkü İlhan Efendi’nin şiirlerindeki şekil, söyleyiş, aşk ile bir Divan sahibi olan Es’ad Efendi’nin şiirlerinde görülen aşk, vecd aynı tesiri uyandırır.
Musikiden anlar, beste yaptığı gibi icra da eder. Mütercimdir. Bir Kur’an tilaveti vardır ki kendinizden geçersiniz. Kâbe’nin imamlarından Abdullah Cüheni ve Feysal el Gazzavi’nin ondan kıraat dersi aldığını söyleyelim ki derecesi hakkında bir kanaatiniz oluşsun.
Hitabeti, kürsü hakimiyeti ile cemaati cezp eder. Heybet sahibidir ve fakat samimiyeti ve mütevazılığı ile bu heybetten korkmazsınız; onun altına sığınmak istersiniz.
İlhan Ağabey, Muğla’nın Ula ilçesinden. Halihazırda orada oturuyor. Dedesi Hacı Hafız Ali Efendi. Hayatı boyunca Mushaf’a hiç bakmadan Kur’ân-ı Kerim okumuş bir demir hafız hem. Su testisi suyolunda kırılmalı, sözünü doğrulamak için, bir ezber hatim yaptığı sırada ruhunu teslim eder.
1937 doğumlu olan İlhan Efendi, ilkokulu Ula’da okudu. Hafızlığını babası Mehmet Ali Efendi’den tamamladı. İmam Hatip’i Isparta’da bitirdi. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk talebeleri ve ilk mezunlarından oldu. İmamlık, il müftülüğü görevlerinde bulundu ve İzmir merkez vaizi olarak tekaüde ayrıldı. Namnam Kasrı Kız Kur’ân Kursunu yaparak fahri hizmete devam ediyor. Namnam Kasrı deyip geçmeyin; çünkü İlhan Hocamız medrese/okul, cami, dergah üçgeninin neşvesini birleştirmiştir burada.
İlhan Armutçuoğlu’nu tanıdınız mı derken tabii ki bu resmi hayat çizgisinden bahsetmiyoruz. Bize ve size resmi kayıtlara geçmeyen hayat çizgisi ve özel olarak Sami Efendi Hazretleri ile ilgisi gerek. Zaten bizim muarefemiz de bu süreçle ilgili.
Bendeniz İlhan Armutçuoğlu ile İmam Hatip Lisesi talebesi iken tanıştım. 1979 veya 80 olmalı. İzmir’den Dr. Dursun Aksoy Bey gelecek dediler ve bizi bir ev sohbetine davet ettiler. Denildiği gibi sohbette Dr. Dursun Aksoy vardı ve yanında da uzun boyu, kına renkli saç ve sakalı ile sonradan İlhan Armutçuoğlu olduğunu öğreneceğimiz büyüğümüz vardı. Bize ellerini öptürmediler ve fakat musafaha ile kucakladılar.
Dr. Dursun Aksoy Bey o gün merhum Ömer Kirazlı’ya ait Birinci İstişare’den bir manzume okuyarak yaptı sohbeti. Biraz da Mükerrem İnsan’dan okudu. Bizimle tanıştılar. Ben o zamana kadar tasavvuf ve tarikatle ilgili bir şey okumamıştım. Kitaptaki bilgiden ziyade pratikteki hal önemli imiş ki biz bunun daha mühim olduğunu daha sonra anlayacaktık.
İlhan Hocamız daha sonra birkaç kez daha geldi Çine’ye ve Karpuzlu’ya. Bir kez Karpuzlu Merkez Camii’nde bizi kürsüde dinlediği de olmuştur.
Hem beste yapar hem icra ederdi
Edebiyata meraklı ve okuyacak mevkute arayan biri olarak o günlerde Diyanet’in İlmi Dergisi geçti elime. Baktım İlhan Hocamız Divan şairlerinden Leyla Hanım’ın Divanı üzerine bir makale yazmıştı:
İlhan Hoca’nın musikiden anladığını, hem beste yaptığını hem icra ettiğini yine o günlerde öğrenmiş olmalıyım. Erzurum’da fakülteye edebiyat tahsili için gitmeye başladıktan sonra da yolumuzu İlhan Efendi ile buluşturmaya gayret ettik. Öğrendik ki İlhan Hocamız Konya’da bir kitap evi açmış. O zamanlar daha İstanbul’daki Erkam Yayınları kurulmamıştı ve fakat İlhan Hocamızın Konya’daki kitabevinin adı Erkam Kitabevi idi. Bir gün yolu bu kitabevine düşürdük ve onu kitabevinde bulduk. Erzurum’da okuduğumuzu öğrenince Osmanlı Türkçesini ve arûzu mutlaka en iyi şekilde öğrenmemiz gerektiğini söyledi. Biz daha önce kendisinin İmam Bûsırî Hazretlerinden Kaside-i Bürde’yi nazmen, hem de aynı vezin ve kafiye düzeni ile tercüme ettiğini görmüş okumuş ve dinlemiştik.
Merhum İlhan Armutcuoğlu Hocamız
Şimdi söz bu eserden açılmışken tadımlık vermemek olmaz:
Âşık zanneder mi ki muhabbet gizli kalır Delildir gözyaşları ve yanan kalp elemi
Çekti yanaklarına aşk kırmızı sarı hat Bunlar sarı kırmızı; güldür bahardır de mi
Kim kurtarır özümü serkeş nefsin elinden Azgın at zabt olur mu, kâfi gelir mi gemi?
Hocamız bu kasideyi kasete okumuştu. O ziyaretimizde bu kasetlerle birlikte Kaside-i Ziyâiyye tercümesi ile bir de kendi yazdığı bir hüsnü hat hediye etti.
Hüsnü hat Sami Efendi ile ilgili idi ve şairi de İlhan Efendi idi. Şöyle diyordu:
O hırâmında senin nesl-i Adnân görünür Tebessüm kılsan eğer cennât-ı Adn görünür
Her nâz u niyâzında Şeyhim Hazreti Sami Cümle ihvanın ile Firdevs-i adn görünür
İlhan Efendi ile muarefemiz işte bu şiirde anlatılan Sami Efendi Hazretlerinin etrafında bulunmanın bir bereketi idi. İlhan Efendi, Sami Efendi’nin nazarlarına muhatap olmuştu biz de İlhan Efendi’nin nazarlarına.
“Talibin sıdkı, mürşidini ayağına getirir”
Onun deyişiyle “Talibin sıdkı, mürşidini ayağına getirir”miş. O da böyle bir sıdkın neticesi olarak tasavvuf ve tarikatle Konya’da Sami Efendi’nin halifelerinden dişçi Mehmet Efendi vasıtası ile tanışmıştı. Ondan sonra Cenab-ı Hak onu Hazreti Sami Efendi kuddise sirruha ulaştırmıştı. İstiharesini şöyle anlatır İlhan Efendi: “Büyük bir camide mevlid okunuyormuş. Fakire cemaate gül suyu dağıtma vazifesi vermişler. Gülsuyunu dağıtırken cemaatten bir kişi karşıma çıktı, o zata bir müddet baktım. Zayıf ve nahif bir insandı, birden gönlümün ona aktığını hissettim ve ona karşı içimde büyük bir sevgi oluştu. Sonra elime bolca gül suyu serpip o şahsın yüzüne gül sularını sürdüm. Sakalı da sanki ikiye ayrıldı ortası boş kaldı. Sonra devam ettim.” “1- 2 ay içinde İstanbul’a geldik. Tuzla’ya pikniğe gidildiğini söylediler. Biz de Tuzla’daki piknik alanına gittik. Alan oldukça genişti ve çok insan vardı. ‘Sami Efendi’yi bulabilir miyiz?’ endişesi taşıyorduk. İçeri girerken birisi ‘hocalar şu tarafta’ diyerek bizi yönlendirdi. O cemaatin yanına doğru yürüdük. Yaklaşınca bir baktım ki yüzüne ve sakallarına gülsuyu sürdüğüm şahıs ortada oturuyor. Heyecandan sekte-i kalpten gidecektim. Daha sonra Sami Efendimizi Güllü Köşk dediğimiz devlethanede ziyaret ettik. Fakire ilk tavsiyesi “Evladım bu gördüğünüz rüyaları kimseye anlatmayalım” olmuştu.”
Şimdi yazımızın başına dönüp konuşabiliriz. Böyle bir nazara, iltifata uğrayan bir kişi elbette benzerlerinden farklı olacak ve bu fark hâle, kâle yansıyacaktı. İşte bu hallerden birkaç misal. Yine İlhan Efendi anlatıyor:
“Bir gün İstanbul’da Musa Efendi’nin köşkündeyiz. Öğle namazından sonra sohbet başladı, akşama kadar devam etti. Arada ikindi namazı kıldık. Sohbet bir aşr-ı şerif okunarak bir sohbet yapılarak devam ediyordu. Akşama yakın fakire ‘Okuyun’ dediler. Ben Sami Efendimizin sol canibinde bir yerde oturuyorum. Okuyun dendiği yani aşır okuyun denmediği için ben de Esad Erbilli Hazretleri’nin bir gazelini okudum.
Fakir okumaya başlayınca Sami Efendimiz Hazretleri gözyaşlarını koyverdi. Evliyaullahtan büyüklerin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları akıyor, üzerinde kahverengi bir pardösü vardı, pardösünün üzerinden aşağıya iniyor. Sonuna kadar okudum. Artık sohbet bitti. Sami Efendi kalkacaklar, şöyle bir yüklendi kalkamadı, bir daha yüklendi yine kalkamadı; yanındakiler yardım ettiler de ayağa kalktılar. O gün Sami Efendimizin o meclisten gidişini hiç unutamam (ağlıyor). Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hâlâ gözümün önündedir. Herkes gidince fakir de müsaade istedim Musa Efendimiz ‘Siz kalın’ buyurdular. O gün geç saate kadar bahçede bir ağacın altında sohbet ettik.”
“Bursa’da okuduğun gibi oku”
“Bir başka zaman Bursa’da Ulu Camii’ne yakın bir evde sohbet olacak. Ev beşinci katta. Sami Efendimiz Hazretlerinde ihtiyarlığın göründüğü yıllardı. Kat aralarındaki sahanlıklarda dinlene dinlene çıktılar, biz de peşinden çıktık. Yine o sohbette de bir aşr-ı şerif bir sohbet oluyor. Fakir, Sure-i Vâkıa’yı üç bölümde okudum. Birinci bölüm okunuyor Sami Efendi sohbet ediyor; ikinci bölüm okunuyor, tekrar sohbete geçiyoruz. Musa Efendimiz hazretleri tam karşımda. Evde bir bülbül veya kanarya varmış, fakir Kur’ân okumaya başlıyorum, kanarya şakımaya başlıyor. Ayet sonlarında duruyorum; o da duruyor. Sami Efendimiz Hazretleri Vâkıa Suresi bittikten sonra bütün vücuduyla fakire döndü ve ‘Allah senden razı olsun, kuşları bile zikre iştirak ettirdin’ buyurdular. Sohbet bitti ayrıldık. Musa Efendimiz daha sonra fakire ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa hemen ‘Oku ama Bursa’da okuduğun gibi oku’ derdi.”
Yine İlhan Armutçuoğlu hocamızın sözlerindendir: “Evliyaullah Hazeratı dergâhına ilk gelen kişinin kabiliyetini görür.”
Bu sözlerde sizce de kendisine ait kabiliyet ve o kabiliyeti gören gözler yok mu?
İlhan Efendi’ye soruyorlar. Hocam sevenlerinize, kardeşlerinize, gençlere bırakmak istediğiniz bir mesaj var mı?
O şöyle cevap veriyor: “Eğer akılları varsa derviş olsunlar. Gençlere tavsiyem de aynen bu. Kelime kemâline masruftur. Onun için ehil olmak kaydı şartıyla kâmil bir mürşide intisap etmek fevkalade önemlidir.”
Kıllet-i rical zamanında yaşıyoruz
Pekiyi bendeniz size bunları neden yazdım? Şundan: Biliyoruz ki at izi eşek izine karışalı çok oldu. Bu özellikle tasavvufta böyle oldu. Kıtlık zamanındayız, özellikle adam kıtlığı (kıllet-i rical) zamanında. Diyoruz ki ey talip! İşte size bir ırmak. Gidin ve kana kana için bu berrak, bu tatlı ve bu mübarek sudan. Bu su, kuyudan öyle kendi başına çıkmamıştır, nehir kendi başına akmamaktadır. O nehrin sunu zikirle, şükürle, kelime-i tevhidle, Allah Allah zikri ile yıkanmıştır.
Bunun için sizlere önce Namnam internet sitesini tavsiye ederim. Bu siteye girin, sohbetleri dinleyin, Kur’an ve kasidelerden feyizlenin. Şiirle ara verin. Sonra da kaynağına gidin. İnanın ömrünüzün bir Nannam Öncesi bir Namnam Sonrası olacaktır.
Sözü, İlhan Hocamızın sizi götüreceği nehre; nehir mi, ne nehri, denize ve hatta okyanusa dair işareti ile bitirelim.
Yüce düstûr-ı tarikat yüce âdâb-ı usûl Alınıp dest-i ezelden sunulur deste usul Uzanır tâ kıyamet bulunur erbâb-ı vusûl Alan el sen, veren el sen, evet Ey fahr-i Rüsûl
Vurulur Hazreti Musa’ya elhak o meşihat mührü Vurulan tuğra-yı Sami, vuran el emr-i Resûl
Feyzi cârî Hazreti Musa ki ol sahib-i vefa Pek sahî hayr’ul halef Osman Nuriyyi pürhaya
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat Altınoluk Dergisi, 380. sayı, Ekim 2017.
Âh, teslimiyet!
S. TAN: Hocam Musa Efendi hazretleri ile birlikte olduğunuz demlerden anlatacaklarınız vardır mutlaka.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Musa Efendimiz ile ilgili de önemli bir hadise arz edeyim. Burası faaliyete geçmezden evvel Musa Efendimiz Hazretleri Muğla’ya teşriflerinde sohbetler ormanlarda yapardık. Yine bir sohbeti ormanda hazırladık. Kardeşlere tembihte bulundum “Üstadımız teşrif ettiklerinde kimse görünmesin ormana dağılalım” dedim. “Arabalarınızı da gizleyin” dedim.
Biz kendisini Aydın tarafından karşıladık. Baktım çehresi gamlı, kederli biraz mağmum. Sohbet edeceğimiz yeri iyi hazırlamıştım, baktım oraya gelmesi ile birlikte neşe değişti. “Burası Mina’ya dönmüş” buyurdular. Kimse yok ikimiziz. Buyurdular ki “İlhan Efendi ilk intisap ettiğim yıllarda tarikattan bir şey anlamadım. Ne zaman ki Üstadımın bir teveccühüne mazhar oldum, gözümde alem değişti. Her şeye bakışım, anlayışım değişti. Görmediğim bir çok şeyi görüyor, anlamadığım şeyleri anlıyordum.” Bunu fakir fırsat belledim ve “Efendim mazhar olduğunuz bu teveccühe inşallah bu fakir de mazhar olurum” dedim. Başbaşa olmamıza rağmen yavaşça eğilerek kulağıma “Amma İlhan efendi teslimiyet gerekli” buyurdular.
O zamandan itibaren ‘teslimiyet nedir?’ diye düşündüm, araştırdım. Nihayet teslimiyet ile ilgili geldiğim nokta şu oldu; Eğer teslimiyet akılla, ihtiyari olarak olursa olmuyor, gayri ihtiyari olacak, gayri iradi olacak. Ne gibi? Mıknatısın cazibesine kapılan toplu iğneler gibi olacak. Mıknatıs nereye çekilirse toplu iğneler de oraya gider. Teslimiyet işte bu. Teslimiyet, gayri ihtiyari, gayri iradi olarak muhabbet ile o bereketin, o huzurun, o cazibenin feyzine kapılıp gitmektir.
Mesela Şah-ı Nakşibend Efendimizin büyük halifelerinden Muhammet Parisa Hazretleri vardır. Parisa, bekçi demektir. Muhtemelen bu bekçilik ünvanını mahalleli vermiştir. Çünkü Muhammed Parisâ Hazretleri ‘lazım olunursam beni aramasınlar’ diye cümle kapısının dışında her an hazır vaziyette, hizmet için beklermiş. Esnaf sabahleyin işlerine giderlerken onu orada görürler, akşam eve dönerlerken onu orada görürler. Peki nedir onu orada tutan kuvvet? İşte bu teslimiyettir.
Bunu yakaladığınız zaman o neticeye ulaşmak mümkün oluyor. Fena fil mürşid dedikleri hadise tahakkuk ediyor. Bu dönemde evliya menkıbeleri okumaktan, dinlemekten çok hoşlanılırmış. Artık salikin memleketi üstadının oturduğu yerdir.
Konya’da iken Arabacı Mustafa Efendi diye bir dostumuz vardı, bana bir gün “Hocam rüyasında her gün mürşidini görmeyen kişi derviş olur mu?” diye sorardı.
Bundan önce fenafil ihvan yani kardeşlik hukuku geliyor.
Cenab-ı Hak zeytinden bahsederken “Onun ne şarkî ne de garbî olduğunu, güneşin doğuşundan batışına kadar güneşi aldığından” bahseder. Öyle olan zeytinin hem zeytini hem zeytinyağı halis ve muhlis olur. Dervişlerin rabıtaları da zeytin ağacı gibi olursa mükemmel olur. Vakit vakit değil de devamlı olursa muteberdir.
Sami Efendimiz Hazretleri’nin kerimesini istedikleri zaman ihvanı ile istişare etmişler. O zaman akrabaları demişler ki; “Görüyor musunuz dervişleri ile istişare ediyor, bize danışmıyor.” Buyurmuşlar ki; “Bizim asıl akrabamız ihvanımızdır.” Bir daha söyleyelim, din kardeşliği kan kardeşliğinden çok, çok, çok üstündür.
Fena fiş şeyh makamından sonra ise fenafir resul hali tecelli ediyor. Bu dönemde ise hadis okumaktan çok zevk alınır, Kainatın Efendisi sallallahu aleyhi vesellem ile oturulur kalkılır, başka yerde duramayıp Medine’ye gitmek arzu edilirmiş.
Ondan sonra da fenafillah, bakabillah tecelli eder. İşte o zaman tam ihsan makamı tecelli eder ve o dervişin vatanı bütün alemdir.
Sami Efendimize sormuşlar “Sizin için en büyük tehlike nedir?” diye. Cevabı, “Bir an Allah’tan gafil olmaktır” oluyor. Hadisi şerif’te Peygamber Efendimiz “Gözlerim uyur ama kalbim asla uyumaz” buyururken işte tam da bunu ifade etmektedirler.
Esat Efendi Hazretleri’nin gazellerinde geçiyor. Fenafillah neşesidir şu ifadeler:
Ne darım var benim Esat ne de meyli diyarım var Cemâli yardan başka diğer bir intizârım yok
Avamın “La ilahe illallah” dediği zaman Kelime-i tevhitten anladığı şudur, “Allah’tan başka mabut yoktur.”
Eğer biraz mertebe alırsa, havas deniyor onlara, Kelime-i tevhid’den anlaşılan, “Mahbup da, maksut da ancak O’dur” oluyor. Yani sevilen de istenilen de ancak ve ancak O’dur.
Üçüncü metebeye gelince ise Kelime-i tevhit’den anlaşılan, “O’ndan başka hiçbir mevcut yoktur” anlayışı olur. Bütün alem Cenab-ı Hakk’ın eseridir, o kişi Cenab-ı Hak’tan başka hiçbir şey görmez.
Bütün bunlardan sonra ise Bakabillah mertebesi tahakkuk ediyor. Kulun Allah-u Teala’dan razı olması ve Allah-u Teala’nın da o kulundan razı olması keyfiyeti gerçekleşiyor.
ŞATHİYATA İTİBAR EDİLMEZ AMA KERAMET VARDIR
Ender DOĞAN: Tasavvuftaki şathiyatlarla ilgili düşünceniz nedir hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Evliyaullahın kümmelini (kamilleri) onlara pek itibar etmezler. En büyük keramet istikamettir.
Ama keramet haktır. Nasıl ki peygamberlerden mucizeler zuhur eder, evliyaullahda da keramet vardır. Şeyhu’l ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri’nin Fütuhâtı Mekkiyye adlı bir eseri vardır. Onda bir bölüm var, diyor ki: “Peygamberimizin kurduğu devletten ve Hulefa-i raşid’den sonra en muhkem devlet Osmanlı’dır” Bunu söylediği vakit Osmanlı Devleti diye bir şey yok ortada. Muhyiddin-i Arabî Selçukiler zamanında yaşamıştır ve henüz Osmanlı devleti kurulmamıştır. İşte bu bir keşif halidir Allah-u teala’nın bildirmesi ile olur.
Balıkesirli Tahsin Yatman ağabeyimiz anlatıyor: Bir gün Bursa’da Emirsultan Camiinin girişinde bir meczupla karşılaştım. “Ver de versinler” diyordu. Hoşuma gitti elimi cebime attım bir miktar para çıkarıp verdim. Fakat verdiğimin az olduğu kanaati oluşunca elimi tekrar cebime attım bu sefer bereketlice çıkanı takdim ettim. Meczup “Seni sevdim ben, gel buraya” deyip “Çıkar kalemi kağıdı sana İsm-i Azam’ı yazdırayım” dedi. Ben de “Bir yere bağlıyım, üstadımın izni olmadan olmaz” dedim. Meczup “Ben Sami Efendi Hazretleri’ne sorarım deyip bir müddet gözlerini yumduktan sonra “Sami Efendi şu anda bir yazıhanede muhasebe işi ile meşgul, sordum müsade etmedi” dedi. Sonra tekrar bana “Dur ben senin kalp gözünü açıvereyim” dedi. Ben de “Üstadımız müsaade etmezse onu da istemem” dedim. “Sorayım” dedi ve bir müddet sonra “Buna da izin vermedi” dedi.
Birkaç ay sonra Sami Efendi Üstadımızı ziyaret ettiğim sırada kendisine Bursa’da yaşadığım hadiseyi hatırlattım. Sami Efendi “Evet o zat evliyadan filan zattır vakti zamanı geldiğinde İsmi Azam’a da devam edersiniz, inşallah kalp gözleriniz de açılır” buyurdu.
Salikde bazı şeyler vaktinden evvel zuhur ederse çok tehlikeli olur. Oyalanmadan yol almak gerekir.
TASAVVUF: DİNİ GERÇEK ANLAMDA YAŞAMA YOLU
S. TAN: Efendim anlattığınız haller farklı haller. Siz aynı zamanda bir hocaefendisiniz. Şer’i ölçüler içindeki tasavvuf, sizin anladığınız tasavvuf nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Farzlar bütün mü’minlere Cenabı Hakk’ın kesin emridir. Vacipler de öyledir. Sünnetler ihtiyaridir, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yaptıklarıdır. Kur’ân ve din Resul Ekrem Efendimiz’in yaşayışıyla hayat bulmuştur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem emri hak vaki olduktan sonra vazifesini tamamlamış vefat etmiştir. Bu din kıyamete kadar baki olduğuna göre Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem gibi dini yaşamak nasıl mümkün olacaktır? İşte O’nun varisleri olan gerçek alimler ve evliyaullah ile mümkün olacaktır. Onların yoluna da tasavvuf, tarikat deniyor. Aslında tasavvuf sünneti yani dini gerçek manada yaşama yoludur. Titiz bir şekilde bu yaşama gerçekleşirken Kur’ân ve sünnetten ayrılmak ne kelime, onları en ince şekilde anlamaya çalışmaktır. Şirke düşmeden, tevhidî anlayıştan ayrılmadan Rabbimiz ile gerçek anlamda bağ kurma sanatıdır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in izinden zinhar ayrılmamaktır. O’nun sevdiklerini sevmek, onun uzak durduklarından uzak durmaktır.
S. TAN: Hocam teslimiyetten bahsediyorduk buralara geldik.
İ. ARMUTÇUOĞLU: İşte bizim anladığımız teslimiyet Allah’a ve onun Rasulüne gerçek anlamda teslimiyettir. Ashab-ı kiram efendilerimizin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e tam anlamıyla teslim olabildikleri için ashab-ı kiram olmuşlardır. Biraz önce bahsettiğim üzere muhabbet yukardan gelir ama onların sevmesi için de teslimiyet gerekir. Kalp dil ve beyin bir olacak, istikamet üzere olacak.
İslam’ı ihsan makamında yaşamak için kuvvetli bir iman ile tam bir teslimiyetden sonra gerekli olan başka şeyler de vardır Bunlardan birisi olan altyapı fevkalade önemlidir. Alt yapıdan kastımız ise kabiliyettir.
Hazreti Mevlana’nın bir sözü var; “Kabiliyetsizle uğraşmak kubbe üzerinde ceviz durdurmaya benzer.”
Peki nedir kabiliyet?
Birincisi nikahtır, nikah yolundan gelecek. Allah-u Teala’nın emriyle, Peygamber Efendimiz’in kavliyle, İmam-ı Azam Efendimiz’in ictihadı ile, tarafeynin rızasıyla, en az iki şahid-i adilin şehadeti ile, mihr tesmiyesiyle kıyılmış bir nikah yoluyla gelmelidir. Nikah kıymak kolay ama muhafazası zordur. Ciddiyet, vakar, dile sahip olmak ister.
Necip Fazıl üstad diyor ki “Ben annemin babamın ilk evladıyım, o muhabbetli günlerde meydana geldim” yani nikahın sıhhatli günlerine işaret ediyor.
İkincisi helal rızık ile beslenmektir.
Üçüncüsü mürşit terbiyesidir. Eğer altyapı yok ise bu üçüncü müdahele arzu edilen nispette verimli olmuyor. Alt yapısı olmayan kişi gelir istifade edebildiği kadar eder ama zirvelere tırmanma meselesi nasip olmaz.
Bir gün Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin dergâhına Muhammed Parisa geliyor. O gün eve Şah-ı Nakşibend çok neşeli dönüyor. Hanımanne “Efendi bugün çok neşelisin hayırdır?” diye sorunca Şah-ı Nakşibend Hazretleri “Evet bugün ağımıza bir şahin düştü” diyor.
Evliyaullah Hazeratı dergâhına ilk gelen kişinin kabiliyetini görür.
Bir mürşidi kâmile bağlanmadan gerçek eğitimden geçilmez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “Gerçek âlimler peygamberlerin varisleridirler.” Gerçek alimler mürşidi kâmiller, evliyayı kiram hazeratıdır. İşte onların marifeti ile dinin ruhu kıyamete kadar devam edip gidecektir. Nasibi olan alıyor, nasibi olan buluyor.
Seyr-i sülûk görmemiş bir ilim adamı ile seyr-i sülûk görmüş bir ilim adamı arasında yerlerle gökler arasındaki kadar fark vardır. Oturup kalkmasında, nezaketinde, konuşmasında edep ve erkanında çok fark vardır. En önemlisi muamelatında çok fark vardır.
Bir kaziyyedir, “Bu yolun zîr-u bâlâsı iki adımdır” denir. Bu yolun tabanı ile tavanı iki adımdan ibarettir. Biri nefse kadem basmak, diğeri Sübhân’a ermektir. Eğer nefsine söz geçirebilirsen ikinci adım vuslattır. Nefis terbiyesi başka türlü mümkün değildir ancak mürşidi kamil eliyle olur. Kitabi bilgilerle olmaz.
S. TAN: Nefs terbiyesi de çok zor bir hadise değil mi efendim? Kolay kolay nefsle başa çıkılmıyor.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Nefs terbiyesi tabii çok zor bir hadisedir. Herkes beceremez. Sami Efendimiz Hazretleri’nden hiç ‘ben’ lafını duyan yoktur. Normal konuşmanızda ben demeniz bile bir benlik çağrıştırır. Enaniyet çok zor terbiye edilir.
Meşayihden birisinin kapısı çalınmış. İçerden “Min” diye bir ses gelmiş. Araplar ‘men ente’ yerine böyle söyleyiverirler. Kapıya gelen “Ene” demiş. İçerideki ses “Bu kapıdan içerin girmedi” demiş. Yani enaniyetini öldür ondan sonra gel demek istiyorlar.
Şeytanın İblis olması enaniyetinden, kibirindendir.
Dikkat ederseniz bütün büyüklerde yaptıkları ibadetlerden, hizmetlerden hiçbir bahis yoktur. Mesela Yunus Emre hiçliğe güzel bir örnek sergiler;
Nice yüzbin günah ettim hu Mevlam hu Her biri bir dağa benzer hu Mevlam hu
Peki ibadetlerin, zikrin, fikrin nerede? Onlardan bahis yok.
ÖNCE AKIL, SONRA AŞK REFREFİNE BİNMEK…
S. TAN: Nefs terbiyesi akılla mümkün müdür hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Hazreti Mevlana “Akıl bir yere kadar işe yarar da bir yerden sonra biter” diyor. Kişinin mükellef olabilmesi için elbette şer-i şerif ölçüleri içerisinde akıl gereklidir. Ama teâlî ve terakkinin şartı bir çizgiye kadar akılla geldikten sonra aşk refrefine binmektir. İşte o aşkı nefreti de her dala konmaz. Aşk refrefine binebilmek için biraz önce bahsettiğimiz üzere önce iman, sonra muhabbet ve teslimiyet, sonra amel, sonra alt yapı gereklidir, nasip gereklidir.
S. TAN: Hocam sevenlerinize, kardeşlerinize, gençlere bırakmak istediğiniz bir mesaj var mı?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Eğer akılları varsa derviş olsunlar. Gençlere tavsiyem de aynen bu. Kelime kemâline masruftur. Onun için ehil olmak kaydı şartıyla kâmil bir mürşide intisap etmek fevkalade önemlidir.
Sevmek sevilmek oradadır. Huzur denizine dalmak oradadır. Derya gibi gönül sahibi olmak oradadır. Saflaşmak oradadır, iyilik oradadır, melekleşmek oradadır.
Hayat oradadır, ilim oradadır, safa oradadır. Aşk oradadır, feyiz oradadır, mutluluk oradadır. Birinci cennet oradadır.
Kur’ân-ı Kerim’de bir ayeti kerime’de şöyle buyurulur:
“Rabbinin makamından korkanlar ve onu sevenler için iki tane cennet vardır.” İşte bu iki cennetten ilki bu dünyadadır, ikincisi ise ahirettedir. Peki bu dünyada cennet nasıl olur?
Onu da sadıklarla beraber olanlara, sıdk içinde yaşayanlara, aşk refrefine binenlere sor.
Ehli dünyanın dünya nimetlerinden aldığı zevk o muhabbet ehlinin aldığı zevkin yanında bir hiçtir.
Şeyh Galip diyor ki;
Aşıkda keder neyler, gam, halkı canındır Koyma kadehi elden söz piri muğanındır
Burada kadehten maksat elbette muhabbetullahtır.
Rabbi zülcelal Hazretleri hepimizi aşk ehli eylesin. İman ile son nefesimizi verip ahirette büyüklere komşu eylesin. Âmin.
S. TAN: Hocam çok teşekkür ediyoruz.
İ. ARMUTÇUOĞLU:Yolumuzun düsturlarından birisi olan halk içinde olacaksınız ama Hak ile beraber olacaksınız. Müessir duruma gelmek için bir an evvel seyr-i sülûk ikmal edilmelidir. Eğer öyle bir duruma gelirseniz bir yerde oturup geçenlere nazar etseniz bile sizin bakışlarınızdan faydalanırlar. Siz nazargahı ilahî olursanız sizdeki tecelli etrafa akseder ve siz ayna vazifesi görürsünüz. Sizinle karşı karşıya gelen insanlar sizden istifade etmeye başlarlar. İnsan yetiştirmek çok önemli bir hadisedir. İnsan yetiştirmek gerçek anlamıyla evliyaullah hazeratının eliyle olur. Evliyaullah hazeratı bazen evlatlarının içinden bir kişinin yetişmesi için yıllarca beklerler. Bu da Allah-u Teâlâ’nın takdir edeceği bir nasip meselesidir.
Eski Said, Yeni Said
S. TAN: Hocam Said-i Nursi için ‘tarikat ehli olmayan mutasavvıftır’ değerlendirmeleri oluyor. Bu konuda sizin malumatınız nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Isparta İmam Hatip Okulu’nda okurken Said-i Nursi Hazretleri Isparta’da ikamete mecbur idi. Cuma namazına Ulucami’ye gelir idi. Biz de o zaman iç ezanlar okurduk. Son cemaat mahallinde dururdu. Fakir onun namaza duruşunu seyrettikten sonra namaza dururdum. Tekbir alırken kendisini öyle bir kurardı ki, tekbir aldıktan sonra ellerini bağlayıp yumulduğu zaman gitmiştir.
Bir gün bir teneffüste okulun bahçe duvarında oturuyorum. Bir fayton önümden geçerken içindeki zat elini sallayarak selam verdi. Ben de selamını aldım meğer Said-i Nursi Hazretleriymiş.
Malum Said-i Nursi İstanbul’a geldiği zaman bütün medreseleri dolaşmış, onlarla ilgili beyanlarda bulunmuş.
Kelami Dergahı Postnişini Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî Hazretlerini de ziyaret etmek istemiş. Ziyarette Sami Efendi de varmış. Yani üç kişi olmuşlar.
Bize bu hadiseyi Sami Efendi Hazretleri bizzat anlattı:
Said-i Nursi mükâleme olmadan üç tane soru soruyor. İlk sorusunu sorunca öyle cazip bir cevap alıyor ki heyecanla ayağa fırlıyor, “Vallahi doğru” diyor. Diğer soruların cevabı da kendisini aynı şekilde tatmin edince yine ayağa fırlamış. Bu sefer üçü birlikte ayağa kalkmışlar. Said-i Nursi “Bana Kadiri yolunu tarif edin” demiş. Orada Kadiri dersi vermiş Esad Efendimiz Hazretleri. Zaten tabiatı ona mütemayil. Sonra Esad Efendimiz Said-i Nursi’nin sırtını üç defa sıvazlayarak ve Sami Efendi’ye dönerek demiş ki “Bu Said, yeni Said.” Eserlerindeki eski Said yeni Said ifadelerinin dönüm noktası yani aslı bu hadisedir.
Said-i Nursi Hazretleri’nin hayatının son yıllarında yaşanan bir hadiseyi bizzat Ladikli Hacı Ahmet ağa bana söylemişti. Said-i Nursi’ye “Ey Said bütün ömrünü mücahede ve mücadele ile geçirdin. manevi makamlardan hangisini istersin?” diye sorulmuş. Ahmet ağa “Bu soru üzerine bütün ehl-i dil kulak kesildi”, diyordu. Said-i Nursi “Ya Rabbi beni kulluğundan reddetme başka bir şey istemem” diye cevap veriyor. “Dünyayı sarsan bir hadise olmuştu” demişti Ahmet ağa. Kısa bir müddet sonra da vefat ediyor. Esad Efendi ile buluşmasından sonraki hayatı ve eserleri meydandadır. Mesele bundan ibarettir.
Küçük Gibi Görünen Bir İmtihan
Fakir 1985 ve 1990 yılları arasında Mekke-i Mükerreme’de kaldım. O yıllarda Mekke’de kıraat dersi vermiştim. Ümmül Kura Üniversitesi’nde okuyan talebelerimden iki kişi vardı. Birisi Abdullah Cüheni diğeri Feysal el Gazzavi idi. Sonra onların ikisi de Kabe’ye imam oldular.
Musa Topbaş ks ile
O yıllarda Musa Efendimiz Hazretleri umreye geldi. Arafat civarlarında bir evde sohbet oldu. Mühendis Ali Kemal Bey’in arabasıyla Mekke’ye dönüyoruz. Arabada Osman Efendi de var. Musa Efendi fakire buyurdu ki “İlhan efendi aklımdakini oku bakalım.” Evliyaullahın küçük gibi zannedilen imtihanlarından birisi. O zamana kadar fakir uslu uslu duruyordum. Bu teklif karşısında bütün hücrelerim harekete geçti. Rabbimin lütfu inayetiyle arzu ettikleri kasideyi okudum. Ali Kemal Bey arabayı sanki bir gelin arabası gibi yavaş yavaş kullanıyor, yol bitsin istemiyordu. Yavaşça Musa Efendi’nin çehresine baktım, sürur halinde. Gözyaşları içinde bir huzur hali yaşadık.
S. TAN: Ne arzu edilmişti hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Fakirin bir şiiri;
Yüce düsturu tarikat yüce adabı usul Alınıp desti ezelden sunulur deste usul Uzanır ta kıyamet bulunur erbâbı vusul Alan el sen, veren el sen, evet Ey fahri Rusül Vurulur Hazreti Musa’ya elhak o meşihat mührü Vurulan tuğrayı Sami, vuran el emri Rasül
O gün orada bir şey daha gördüm. Osman Nuri Topbaş Bey umreden erken ayrılacakmış. Veda tavafından sonra Musa Efendi’nin dizinin dibine oturdu, bir evladın babaya hürmetini orada gördüm. O nezaket, o saygı nasıl olurmuş orada gördüm.
Ömer Sami Hıdır, Abdullah Mesud Hıdır Yüzakı Dergisi, Eylül 2023.
5 Ağustos 2023 Cumartesi günüydü. 86 yıllık bir hayata on ömür sığdırmış gibi dopdolu hatıralarla, hizmetlerle, gayretlerle, îman ve aşk dağarcığıyla sonsuzluğa doğru kanat açtı.
Osmanlı kültürüyle yetişmişti. Vakur bir şahsiyetti. Hâfız-ı Kur’ân’dı. Ârif bir şairdi. Emekli müftüydü. Hepsinin ötesinde güzel bir gönül insanıydı, sohbet ve muhabbet ehliydi. Bağrı daima aşk-ı ilâhîyle yanardı.
O, bizim İlhan ARMUTÇUOĞLU hocamızdı, hem de dedemizdi.
Çocukluğumuz onun kanatları altında geçti. Bildiklerimizin temel harmanı hep onun kanatları altında gerçekleşti.
İlâhî aşkı terennüm eden bülbül dilinin her daim bize açık olan o şefkatli kanatları, şimdi sonsuz yolculuğa açıldı:
Aşk ile uçtu gitti.
Zaten aşkı tarif ederken;
“–Aşk, mâlum Arapçadır ve; ع ش ق harfleri ile yazılır. Buna binaen gerçek âşık olmak için; ع Ayn’ın ağzında ezilip, çiğnenmek, ش Şın’ın testeresinde biçilmek ve ق Kāf’ın karnında yoğrulmak gerekir.
Ömrü boyunca bu merhalelerden geçmeyen kimse, âşık olduğunu ispat edemez.” derdi.
Dediği gibi de yaşadı ve böyle bir aşk ile uçtu gitti.
Gerek dostlarını ziyaret, gerekse ihvan kardeşleri ile sohbet ve hasbihâl gayesi ile seyahatlerde bulunur ve bu seyahatlerden büyük bir huzur duyardı. İhtiyarlık deminde bu seyahatlerin hasretini dile getirirdi:
“–Gençliğimizde daha fazla yolculuk yapardık. «Yollar hiç bitmese!» derdik. Çünkü her gittiğimiz yerde; sadece Allah için sevdiğimiz kardeşler ile bir araya gelir, faydalı mevzuları konuşur, sohbet ve zikirler yapardık.”
Şimdi işte böyle hasret ile ebedî vuslatın gerçek seyahatine çıktı, aşk ile uçtu gitti. Hâsılı hepimizin şahidlik ettiği güzel bir yaşayış ile;
Hak erenler mezhebinde bir ömür yâ Hak dedim… Gündüzüm halk hizmetinde giceler yâ Hak dedim… Nâm ü şâna meylim olmaz bir isimsiz dervişim!.. Âkıbet Namnam fakîri, bekçiyim yâ Hak dedim!..
diyerek, aşk ile uçtu gitti.
Mübârek rûhu için üç İhlâs-ı şerif ve bir Fâtihâ-i şerîfe.
Hak erenler mezhebinde bir ömür Yâ Hak dedim.. Gündüzüm halk hizmetinde geceler Yâ Hak dedim.. Nâm ü şâna meylim olmaz bir isimsiz dervişim!... Âkibet Namnam fakîri, bekçiyim Yâ Hak dedim!...
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat Altınoluk Dergisi, 379. sayı, Eylül 2017.
TAN:Efendim sizin dergah özlemiyle buraya yaptırdığınız bu otağ mescidi farklı bir mimaride ve farklı özellikler taşıyarak yapılmış. Bunlarla ilgili bilgi verseniz…
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim bendeniz emeklilikten sonra bir müddet Kırım’da da vazife yaptım. Kırım’da dini hayat, İslamlaşma bizim Anadoludan önce başlamış. Hatta oradayken anlatmışlardı, Hazreti Osman zamanında yazılan üç tane Kur’ân-ı Kerim’den birisi eski Kırım Mescidi’ndeymiş. Zannediyorum şimdi o nüsha Moskova’da.
Kırım’da yıkılmış eski bir camide görmüştüm, akustiği temin etmek için kubbenin etrafını boş testilerle çevrelemişlerdi. Camilerde seslerin karışmaması lazım. Yeni camilerde bakıyorum sesler birbirine karışıyor. Caminin içinde ses hem her köşeden duyulacak hem de birbiriyle karışmayacak, bu husus önemlidir.
“Neden çadır, otağ şeklinde cami inşa ettiniz?” derseniz Anadolu insanı olarak hepimiz Ortaasya’dan gelmişiz. Burada Ortaasya’daki ecdadımızın çadırlarını yâd etmek istedik. Onlar keçeden yapmışlar biz taştan, tuğladan yaptık. Mimarisi de oradan geliyor.
Bizim Otağ mescidimizin pencere seviyesinin üstünü çepeçevre testilerle kapladık. Ilıman bölgelerde havalandırma önemli oluyor. Bunun için ayrıca küçük kubbenin altına on santimlik hava alma boşluğu yaptık. Camimizin içinde durgun hava olmaz baca gibi oradan teneffüs eder.
Fatih Sultan Mehmet’in çadırını kurduğu Otlukbeli’nde bu caminin aynısını yapmak istemişlerdi, projelerini verdik yaptılar.
Otağ mescidimizde Selçuklu ve Osmanlı motifleri kullandık. Mihrabına başka camilerde konulmayan “Allah kuluna kâfî değil mi?” ayeti kerimesini tuğra şeklinde yerleştirdim.
Mescidin içine nakşettiğimiz ayeti kerimeler tamamen tefekküre dayalı ayeti kerimelerdir.
Bunlardan birisi; “Sizden kim dininden dönerse, Cenab-ı Hak sizi helak eder, sizin yerinize öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetidir.
Burada bir incelik var onu arz edeyim, muhabbet aynen su gibidir, yukardan aşağı akar yani Allah’tan kuluna gelir, Peygamberden ümmetine gelir, üstatdan talebesine gelir, babadan anneden evladına gelir. Burada da o zikredilmiştir, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” Yani ilk seven Cenab-ı Hak’tır.
Nakşettiğimiz bir diğer ayet-i kerimeyse; “Cenab-ı Hak arza gireni bilir, arzdan çıkanı bilir, semadan, gökyüzünden ineni bilir, semaya yükseleni bilir. Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Diyebiliriz ki bu milletin evladına sadece bu ayeti kerimeyi öğretebilirsek bile mükemmel bir toplum inşa ederiz. İnsanlar Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilince her hareket, her adım ona göre atılır. Böyle bir anlayıştan uzak kaldığı için ise cemiyetin perişanlığını, halini görüyorsunuz.
Üçüncü bir ayeti kerime, Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz azîmüşşan kulumuza şah damarından daha yakınız.”
Biliyorsunuz vücutta temiz kan atardamar marifetiyle bütün uzva yayılır. Kullanılmış kan ise toplardamar marifetiyle bütün vücuttan tekrar kalbe gelir. Kullanılmış kan, kirlenmiş kan kalbin atışlarıyla ciğerlere pompa edilir, orada oksijenle temizlendikten sonra tek damar ile kalbe indirilir. Ölmüş kan oksijen vasıtası ile diriliyor, tekrar hayatiyet kazanıp bütün vücudu tekrar diriltiyor. İşte o tek damarın adı, hayat damarının adı, şah damarıdır. İşte Cenab-ı Hak bundan dolayı şah damarını zikretmektedir. Cenab-ı Hak bize şah damarımızdan, nefsimizden, ruhumuzdan yakındır.
Bendeniz edebiyatla meşgul olduğum için bir de kitabe koyduk. İki büyüğümüzün ismine bu mescidi yaptık, bu itibarla orada şöyle deniyor:
İş bu nakşî mabedin nakşı, nakkaşı nakşî Nakşeden kalbe her dem nakşı nakkaşı nakşî Hazreti Mahmut Sami, sahip vefa hayrına Feriştehler dem be dem inerler nakşî nakşî.
Silsile -i Şerif
S. TAN:Hocam silsilenin son beyitlerinin sizin kaleminizden çıktığını biliyoruz. Bunun nasıl olduğunu sizden dinlesek
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim Sami Efendi Hazretleri ahirete irtihal ettiği zaman birinci gün Musa Efendi Hazretlerini aradım. Telefon cevap vermedi, ikinci gün tekrar ararım. “El hukmü lillah, inna lillahi ve inna ileyhi raciun”, baş sağlığı diledim. “Efendim bundan sonra emriniz ne vechile olacaktır?” diye sordum kendilerine. “Evladım aynen bildiğiniz gibi devam edecek” buyurdular. Muğla’da kardeşlere “Bundan böyle vazife Musa Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir” dedim. Tabiî silsilede mübarek isimlerinin geçmesi gerekir. Kardeşlere “Bundan sonra şu beyti silsilenin sonunda okuyalım, gelen talimat üzerine hareket ederiz” dedim. Beyit şu:
Hazreti Musa medâr-ı feyzimiz oldu şükür Mazhar-ı avnü inâyet olsun ol sahip vefa.
Bu durumu da Abdullah Sert ağabeyime ilettim. Yazdığım beyti Osmanlıca olarak kendilerine takdim ettim. Abdullah Sert ağabeyim Medine-i Münevvere’ye gittiklerinde Musa Efendi Hazretleri’ne arzetmiş. Bu arada bir hayli teklifler de olmuş. Musa Efendi Hazretleri fakirin yazdığını işaret ederek “Bu münasiptir” buyurmuşlar.
Musa Efendi’nin irtihalinden sonra vazife Osman Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir. Daha önce bu beyti fakir yazdığım için yeni bir beyit yazmam istendi. Onun için yazdığım beyit şu:
Hilm-ü irfanı ile hizmet aşkının mümtaz eri Mayesi rahm-ü sehâ Osman veliyyi pür haya
Bu beyti Abdullah Sert ağabeyim kendilerine arzettiği zaman Osman Efendi tevazuundan veli ifadesini uygun bulmamışlar. Ayrıca her mürşit için bir beyit olunca bu uzayacak, her ikisi bir beyitte toplansa düşüncesi fakire iletilince o zaman da son halini alan şu beyti yazdım:
Feyzi cârî Hazret-i Musa ki ol sahip vefa Pek sahî hayru’l halef Osman Nuriyyi pür haya
Bu da benim için ayrı bir neşe ve huzur kaynağıdır.
Şiir Dünyasında
S. TAN: Hocam edebiyatla şiirle meşguliyetiniz devamlı oluyor mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Şiirle meşguliyet devam eder durmaz. Osmanlı döneminde divan sahibi olmuş şairelerle uğraştım. 18 şairenin divanları üzerine çalışma yaptım. Câlib-i dikkattir bu hanım şairelerin hiçbirisi mektebe gitmek suretiyle şair olmamışlardır. Ya babasından ya kendisine nikah düşmeyen birisinden okumuş ve o divanları o dönemin kültürüyle meydana getirebilmişlerdir. Üstatlarını buldukları takdirde özel eğitimle mükemmel manada yetişmişlerdir.
Mesela şaire Leyla hanım müthiş bir ifadeyle şunları söylüyor:
Musa Topbaş ks. merhum, Dr Dursun Aksoy ve İlhan Armutcuoğlu Hocamız
Bu çalışmalarımın basımlarıyla ilgili yeterli gayrette bulunamadım, hâlâ kayıtlarımda durmaktadır. Belki gayretli gençler yetişirse bendeniz onlara yardımcı olabilirim.
İzmir’de bulunduğum yıllarda edebiyat fakültesinden mezun bir kardeşimiz tez yazacağı zaman onu Esat Erbilî Efendi’nin divanına yönlendirdim, ben de yardımcı oldum ve o divan literatüre girmiş oldu.
Kaside-i Bürde’nin, Kaside-i Ziyaiyye’nin manzum tercümelerini bir ara yapmıştım.
Tasavvuf ile meşgul olanlarda bu edebi zevk ve neşe vardır.
Divan edebiyatı tarzında şiirlerimiz devam edip gidiyor. Bazen cami kitabeleri istiyorlar. Onlara da münasip beyitler yazıyorum.
Musa Efendimiz zamanında bir gün Konya’da Lalebahçe’de bir sohbetteyiz. Musa Efendi notlarını açtı ve içinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı. Sohbet notlarını Abdullah Sert ağabeyime verdi ve onlarla sohbet ederken kenara ayırdığı kağıda şöyle baktım. Gayet muntazam katlanmış, katlayan düzenli birisiymiş diye düşünüyorum. Sonra dikkat ettim kağıdın arkasına nokta tuşları belli olarak çıkmış. Benim daktilomun da nokta tuşları sert basardı. Musa Efendimiz Hazretleri sohbetten sonra o kağıdı açtı fakire uzattı, meğer bendenizin bir şiiriymiş. Onu verirken buyurdular ki; “Şairler umumiyetle mübalağa ederler, fakat bu şiirde hiçbir mübalağa yoktur.” Sami Efendi Hazretleri’ni anlattığım o şiiri okumamı arzu ettiler:
Ey Hazreti Sami meselsin mürüvvette Eller dâmenindedir dünyada ahirette
diye başlayan bir şiirdi.
Birliktelikler Güzellikler
S. TAN:Efendim Sami Efendi Hazretleri ile olan yakınlığınızdan faydalı olacağı mülahazasında bulunduğunuz bazı hatıralar paylaşır mısınız?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bendeniz ilk haccıma 1965 yılında kara yoluyla gittim. Hac mevsimi bittikten sonra Kabe-i Muazzama’da Altınoluk’un karşısında yatsı namazından sonra Sami Efendi ve Musa Efendi ön safta biz de arkasında oturuyoruz. Kabe-i muazzama’nın tam tepesine ay mehtap vaziyetinde olarak dikilmiş vaziyette. Babüs selam tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Aceleyle yürürken birden durdu. Aya bakıyor, dönüyor Kabe’ye bakıyor, dönüyor Sami Efendimiz Hazretleri’ne bakıyor. Üç noktaya tekrar tekrar bakıyor ve ağlıyor. Ve 10 metre kadar mesafedeydi. Üç merkeze bakış bayağı bir devam etti. Birden usta bir yüzücünün denize atlaması gibi Sami Efendi Hazretlerinin kucağına atladı, başını onun dizine koydu hiç kelam olmadan üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Ne ondan ses var ne üstadımızdan ses var. 3-5 dakika kadar bedevinin başı üstadımızın dizinde ağlama devam etti. Nihayet üstadımız o bedevinin sırtını sıvazladı. Sonra başını kaldırdı, çok dikkatle üstadımızın yüzüne baktı ve yine hiçbir kelime konuşmadan zemzem kuyusuna doğru yürümeye başladı. Fakat giderken birkaç adım gidiyor sonra duruyor yine üç merkeze bakıyordu. Biz tabi kendisine soramazdık da yakınlarına sorduk, “Neden bu kişi üç noktaya baktı?” diye. Efendim dediler ki; “Ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”
Herkeste vardır, bazı yiyeceklere karşı vücutta alerji olur. Ben de yumurtayı hele hele yağda kızartılmış yumurtayı yiyemem. Bir lokma bile alsam o gün sancı akşama kadar kıvrandırır.
Yine Mekke-i Mükerreme’deyiz. Bizi Konyalı Doktor Mehmet Hulusi Baybal ile birlikte bir otelde yemeğe aldılar. Fakir Sami Efendi’nin sağına düştüm. İçlerinde en genç olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendi çorbasından biraz aldıktan sonra olduğu gibi bana verdi, ben de yedim. Arkasından yağda kızartılmış yumurta geldi yine Sami Efendi bir kaç lokma aldıktan sonra geriye kalanını bana verdi. Tabi üstadımızın sofrası olduğu için edeben vardır bir hikmet düşüncesiyle o iki porsiyon yumurtayı adamakıllı bitirdim ve arkasından da sünnetledim. Ömrü hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı, o zamandan beri de bana yumurta dokunmaz.
Bir beyitte şöyle deniyor:
“Ehli dil hâre nazar eylese gülzar açılır.” Yani bir gönül ehli nazar ederse eşya kabiliyet değiştiriyor.
Sami Efendi’yi Ağlatan Kasîde
S. TAN: Hocam Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinde hiç kaside okuduğunuz oldu mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bir gün İstanbul’da Musa Efendi’nin köşkündeyiz. Öğle namazından sonra sohbet başladı akşama kadar devam etti. Arada ikindi namazı kıldık. Sohbet bir aşr-ı şerif okunarak bir sohbet yapılarak devam ediyordu. Akşama yakın fakire “Okuyun” dediler. Ben Sami Efendimizin sol canibinde bir yerde oturuyorum. Okuyun dendiği yani aşır okuyun denmediği için ben de Esad Erbilli Hazretleri’nin bir gazelini okudum.
Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri de tahmis etmiş. Yani her beytin üzerine üç mısra eklemiş. Buna tahmis deniyor. Esad Efendi’nin gazeli şöyle başlıyor:
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi’nin tahmisi de şöyle bitiyor:
Gam değilmiş Hamdi olmak seyr-i gülşenden cüda Neşve var yadında derler gül feda, bülbül feda Şimdi şeyhi asırdan duydum şu yolda bir nida Dergehi piri muğanda Haki pây ol Esad’a Ol zaman idrak edersin rütbeyi bâlâ nedir
Fakir okumaya başlayınca Sami Efendimiz Hazretleri gözyaşlarını koyverdi. Evliyaullahtan büyüklerin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları akıyor, üzerinde kahverengi bir pardesü vardı, pardesünün üzerinden aşağıya iniyor. Sonuna kadar okudum. Artık sohbet bitti. Sami Efendi kalkacaklar, şöyle bir yüklendi kalkamadı, bir daha yüklendi yine kalkamadı yanındakiler yardım ettiler de ayağa kalktılar. O gün Sami Efendimizin o meclisten gidişini hiç unutamam (ağlıyor). Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hâlâ gözümün önündedir. Herkes gidince fakir de müsade istedim Musa Efendimiz “Siz kalın” buyurdular. O gün geç saate kadar bahçede bir ağacın altında sohbet ettik.
Kuşlar Bile Zikre İştirak Etti
Bir başka zaman Bursa’da Ulu Camiye yakın bir evde sohbet olacak. Ev beşinci katta. Sami Efendimiz Hazretlerinde ihtiyarlığın göründüğü yıllardı. Kat aralarındaki sahanlıklarda dinlene dinlene çıktılar, biz de peşinden çıktık. Yine o sohbette de bir aşr-ı şerif bir sohbet oluyor. Fakir Sure-i Vâkıa’yı üç bölümde okudum. Birinci bölüm okunuyor Sami Efendi sohbet ediyor ikinci bölüm okunuyor tekrar sohbete geçiyoruz. Musa Efendimiz hazretleri tam karşımda. Evde bir bülbül veya kanarya varmış, fakir Kur’ân okumaya başlıyorum kanarya şakımaya başlıyor. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Sami Efendimiz Hazretleri Vâkıa Suresi bittikten sonra bütün vücuduyla fakire döndü ve “Allah senden razı olsun, kuşları bile zikre iştirak ettirdin” buyurdular. Sohbet bitti ayrıldık.
Oku Ama Bursa’da Okuduğun Gibi
Musa Efendimiz daha sonra fakire ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa hemen “Oku ama Bursa’da okuduğun gibi oku” derdi. Bir ömür fakire bunu söylemiştir.
Hakk-El Yakîn İçin…
Rabbim hepimizin imanımızı ölünceye kadar muhafaza etmemizi nasip eylesin. İlme’l yakînden aynel yakîne oradan Hakke’l yakîne ulaşmak kolay değildir. Bunun için neler isteniyor?
Önce içinde riya kokusu olmayan ibadetler, amel, taat isteniyor. Yaptığımız bütün ibadetler rızayı bârî yani Allah rızası için olacak. Gösteriş olmayacak.
Sonra helal kazanç isteniyor.
Ondan sonra müspet eğitim isteniyor. Özellikle mürşidi kamilden alınacak eğitim isteniyor.
Kalbin Mertebeleri
Sami Efendimiz Hazretleri kalp meselelerine geldiği zaman kitabı bir kenara bırakır irticalî konuşurdu.
Kalpler beş kısımdır derdi.
Ölü kalp, maneviyat diye bir şey yok.
Marîz yani hasta kalp, ölebilir de dirilebilir de.
Zakir kalp, zikri var ama yarıdan az.
Uyanık kalp, zikr-i kesirde yani yarıya geçmiş.
Hayy kalp, diri 24 saatin tamamında zikir halinde olan kalp.
Bunlar tabi seyr-i sülûk olmadan olmuyor. Bu durum yol içinde bile olsa herkese nasip olmayan bir keyfiyettir.
Zikr-i Kesir Nasıl Olur?
Bir gün Medine-i Münevvere’de oturuyoruz. Saatçi Osman Efendi vardı. İlim deryasıydı. Fakir Medine-i Münevvere’de iken ya Mescid-i Nebi’de ya da onun evinde olurdum.
Bir gün kendisine “Zikri kesir nasıl olur?” diye soruldu. Buyurdu ki; “Hani karpuz keserken ikiye böldüğümüz sırada bıçak biraz kayıverir ve yarının yarısı biraz eksikçe yarının yarısı biraz fazlaca olur. 24 saatin yarısından biraz fazlasında Allah’ı unutmazsa zikr-i kesirin tabanına ulaşmıştır. O kişi zikr-i kesir yapıyor demektir. Ama 24 saatin tamamında Allah’tan gafil olmuyor ise işte o kişi zikrin tavanına ulaşmıştır.”