İlhan Armutcuoğlu Hocaefendi ile mülakat DiyanetTV, 10 Temmuz 2017.
DiyanetTV de yayınlanan Bir Asır Bir Çınar programının konuğu olan Merhum İlhan Armutçuoğlu Hocamız ilim, irfan ve irşad yolunda geçen bereketli bir ömürden hatıralarını naklediyor…
“Ka’betullah’dan Şehru’r-Rasûle uçtum da geldim!.. Kasr-ı Namnam’dan, Kasr-ı Halîl’e coştum da geldim!.. Mevlâm dilerse ilk cennetine dünyâda alır!.. Hakk‘a kulluğa, Rasûl’e ümmet olmağa geldim…“
Bir Asır Bir Çınar adlı belgesel program, ülkemizin en eski kurumlarından Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde din hizmetinde bulunan emektar müftülerimiz, imam hatip, müezzin kayyım, vaiz ve Kur’an Kursu hocalarımızın hayatlarını konu alıyor.
Geride bıraktıkları izler, görev yıllarında karşılaştıkları zorluklar, yaptıkları hizmetler ve unutamadıkları hatıralar Bir Asır Bir Çınar programıyla ekranlara geliyor. Aile yaşantıları ve çevresiyle ilişkileri de sinematografik bir anlatımla yansıtılıyor.
Dünyada iki mukaddes şehir vardır ki, Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere‘dir. Bu iki şehirde işlenmediği halde her hangi bir ma’siyet işleme arzusu kalblerden geçerse kişi bunlardan da mes’uldür.
Yılların tecrübesi ile görmüşüzdür ki, hacıların bir kısmı hac bitiminde Haremeynden ayrılmak istemez, bir kısmı da “Ne zaman döneceğiz?..” demeğe başlarlar…
Bir kısım bahtiyarların vefatları da Haremeynde tahakkuk eder,Cennetü’l-Muallâ ve Cennetü’l-Bakî’de kalırlar…
Merhum İlhan Hocamız Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de yaptıkları sohbetlerde bu hususa hassaten dikkat çekerler, haremeynde mukîm olan sevenlerini edebe tam dikkat edilmesi hususunda daima uyarırlardı.
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat Altınoluk Dergisi, 380. sayı, Ekim 2017.
Âh, teslimiyet!
S. TAN: Hocam Musa Efendi hazretleri ile birlikte olduğunuz demlerden anlatacaklarınız vardır mutlaka.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Musa Efendimiz ile ilgili de önemli bir hadise arz edeyim. Burası faaliyete geçmezden evvel Musa Efendimiz Hazretleri Muğla’ya teşriflerinde sohbetler ormanlarda yapardık. Yine bir sohbeti ormanda hazırladık. Kardeşlere tembihte bulundum “Üstadımız teşrif ettiklerinde kimse görünmesin ormana dağılalım” dedim. “Arabalarınızı da gizleyin” dedim.
Biz kendisini Aydın tarafından karşıladık. Baktım çehresi gamlı, kederli biraz mağmum. Sohbet edeceğimiz yeri iyi hazırlamıştım, baktım oraya gelmesi ile birlikte neşe değişti. “Burası Mina’ya dönmüş” buyurdular. Kimse yok ikimiziz. Buyurdular ki “İlhan Efendi ilk intisap ettiğim yıllarda tarikattan bir şey anlamadım. Ne zaman ki Üstadımın bir teveccühüne mazhar oldum, gözümde alem değişti. Her şeye bakışım, anlayışım değişti. Görmediğim bir çok şeyi görüyor, anlamadığım şeyleri anlıyordum.” Bunu fakir fırsat belledim ve “Efendim mazhar olduğunuz bu teveccühe inşallah bu fakir de mazhar olurum” dedim. Başbaşa olmamıza rağmen yavaşça eğilerek kulağıma “Amma İlhan efendi teslimiyet gerekli” buyurdular.
O zamandan itibaren ‘teslimiyet nedir?’ diye düşündüm, araştırdım. Nihayet teslimiyet ile ilgili geldiğim nokta şu oldu; Eğer teslimiyet akılla, ihtiyari olarak olursa olmuyor, gayri ihtiyari olacak, gayri iradi olacak. Ne gibi? Mıknatısın cazibesine kapılan toplu iğneler gibi olacak. Mıknatıs nereye çekilirse toplu iğneler de oraya gider. Teslimiyet işte bu. Teslimiyet, gayri ihtiyari, gayri iradi olarak muhabbet ile o bereketin, o huzurun, o cazibenin feyzine kapılıp gitmektir.
Mesela Şah-ı Nakşibend Efendimizin büyük halifelerinden Muhammet Parisa Hazretleri vardır. Parisa, bekçi demektir. Muhtemelen bu bekçilik ünvanını mahalleli vermiştir. Çünkü Muhammed Parisâ Hazretleri ‘lazım olunursam beni aramasınlar’ diye cümle kapısının dışında her an hazır vaziyette, hizmet için beklermiş. Esnaf sabahleyin işlerine giderlerken onu orada görürler, akşam eve dönerlerken onu orada görürler. Peki nedir onu orada tutan kuvvet? İşte bu teslimiyettir.
Bunu yakaladığınız zaman o neticeye ulaşmak mümkün oluyor. Fena fil mürşid dedikleri hadise tahakkuk ediyor. Bu dönemde evliya menkıbeleri okumaktan, dinlemekten çok hoşlanılırmış. Artık salikin memleketi üstadının oturduğu yerdir.
Konya’da iken Arabacı Mustafa Efendi diye bir dostumuz vardı, bana bir gün “Hocam rüyasında her gün mürşidini görmeyen kişi derviş olur mu?” diye sorardı.
Bundan önce fenafil ihvan yani kardeşlik hukuku geliyor.
Cenab-ı Hak zeytinden bahsederken “Onun ne şarkî ne de garbî olduğunu, güneşin doğuşundan batışına kadar güneşi aldığından” bahseder. Öyle olan zeytinin hem zeytini hem zeytinyağı halis ve muhlis olur. Dervişlerin rabıtaları da zeytin ağacı gibi olursa mükemmel olur. Vakit vakit değil de devamlı olursa muteberdir.
Sami Efendimiz Hazretleri’nin kerimesini istedikleri zaman ihvanı ile istişare etmişler. O zaman akrabaları demişler ki; “Görüyor musunuz dervişleri ile istişare ediyor, bize danışmıyor.” Buyurmuşlar ki; “Bizim asıl akrabamız ihvanımızdır.” Bir daha söyleyelim, din kardeşliği kan kardeşliğinden çok, çok, çok üstündür.
Fena fiş şeyh makamından sonra ise fenafir resul hali tecelli ediyor. Bu dönemde ise hadis okumaktan çok zevk alınır, Kainatın Efendisi sallallahu aleyhi vesellem ile oturulur kalkılır, başka yerde duramayıp Medine’ye gitmek arzu edilirmiş.
Ondan sonra da fenafillah, bakabillah tecelli eder. İşte o zaman tam ihsan makamı tecelli eder ve o dervişin vatanı bütün alemdir.
Sami Efendimize sormuşlar “Sizin için en büyük tehlike nedir?” diye. Cevabı, “Bir an Allah’tan gafil olmaktır” oluyor. Hadisi şerif’te Peygamber Efendimiz “Gözlerim uyur ama kalbim asla uyumaz” buyururken işte tam da bunu ifade etmektedirler.
Esat Efendi Hazretleri’nin gazellerinde geçiyor. Fenafillah neşesidir şu ifadeler:
Ne darım var benim Esat ne de meyli diyarım var Cemâli yardan başka diğer bir intizârım yok
Avamın “La ilahe illallah” dediği zaman Kelime-i tevhitten anladığı şudur, “Allah’tan başka mabut yoktur.”
Eğer biraz mertebe alırsa, havas deniyor onlara, Kelime-i tevhid’den anlaşılan, “Mahbup da, maksut da ancak O’dur” oluyor. Yani sevilen de istenilen de ancak ve ancak O’dur.
Üçüncü metebeye gelince ise Kelime-i tevhit’den anlaşılan, “O’ndan başka hiçbir mevcut yoktur” anlayışı olur. Bütün alem Cenab-ı Hakk’ın eseridir, o kişi Cenab-ı Hak’tan başka hiçbir şey görmez.
Bütün bunlardan sonra ise Bakabillah mertebesi tahakkuk ediyor. Kulun Allah-u Teala’dan razı olması ve Allah-u Teala’nın da o kulundan razı olması keyfiyeti gerçekleşiyor.
ŞATHİYATA İTİBAR EDİLMEZ AMA KERAMET VARDIR
Ender DOĞAN: Tasavvuftaki şathiyatlarla ilgili düşünceniz nedir hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Evliyaullahın kümmelini (kamilleri) onlara pek itibar etmezler. En büyük keramet istikamettir.
Ama keramet haktır. Nasıl ki peygamberlerden mucizeler zuhur eder, evliyaullahda da keramet vardır. Şeyhu’l ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri’nin Fütuhâtı Mekkiyye adlı bir eseri vardır. Onda bir bölüm var, diyor ki: “Peygamberimizin kurduğu devletten ve Hulefa-i raşid’den sonra en muhkem devlet Osmanlı’dır” Bunu söylediği vakit Osmanlı Devleti diye bir şey yok ortada. Muhyiddin-i Arabî Selçukiler zamanında yaşamıştır ve henüz Osmanlı devleti kurulmamıştır. İşte bu bir keşif halidir Allah-u teala’nın bildirmesi ile olur.
Balıkesirli Tahsin Yatman ağabeyimiz anlatıyor: Bir gün Bursa’da Emirsultan Camiinin girişinde bir meczupla karşılaştım. “Ver de versinler” diyordu. Hoşuma gitti elimi cebime attım bir miktar para çıkarıp verdim. Fakat verdiğimin az olduğu kanaati oluşunca elimi tekrar cebime attım bu sefer bereketlice çıkanı takdim ettim. Meczup “Seni sevdim ben, gel buraya” deyip “Çıkar kalemi kağıdı sana İsm-i Azam’ı yazdırayım” dedi. Ben de “Bir yere bağlıyım, üstadımın izni olmadan olmaz” dedim. Meczup “Ben Sami Efendi Hazretleri’ne sorarım deyip bir müddet gözlerini yumduktan sonra “Sami Efendi şu anda bir yazıhanede muhasebe işi ile meşgul, sordum müsade etmedi” dedi. Sonra tekrar bana “Dur ben senin kalp gözünü açıvereyim” dedi. Ben de “Üstadımız müsaade etmezse onu da istemem” dedim. “Sorayım” dedi ve bir müddet sonra “Buna da izin vermedi” dedi.
Birkaç ay sonra Sami Efendi Üstadımızı ziyaret ettiğim sırada kendisine Bursa’da yaşadığım hadiseyi hatırlattım. Sami Efendi “Evet o zat evliyadan filan zattır vakti zamanı geldiğinde İsmi Azam’a da devam edersiniz, inşallah kalp gözleriniz de açılır” buyurdu.
Salikde bazı şeyler vaktinden evvel zuhur ederse çok tehlikeli olur. Oyalanmadan yol almak gerekir.
TASAVVUF: DİNİ GERÇEK ANLAMDA YAŞAMA YOLU
S. TAN: Efendim anlattığınız haller farklı haller. Siz aynı zamanda bir hocaefendisiniz. Şer’i ölçüler içindeki tasavvuf, sizin anladığınız tasavvuf nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Farzlar bütün mü’minlere Cenabı Hakk’ın kesin emridir. Vacipler de öyledir. Sünnetler ihtiyaridir, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yaptıklarıdır. Kur’ân ve din Resul Ekrem Efendimiz’in yaşayışıyla hayat bulmuştur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem emri hak vaki olduktan sonra vazifesini tamamlamış vefat etmiştir. Bu din kıyamete kadar baki olduğuna göre Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem gibi dini yaşamak nasıl mümkün olacaktır? İşte O’nun varisleri olan gerçek alimler ve evliyaullah ile mümkün olacaktır. Onların yoluna da tasavvuf, tarikat deniyor. Aslında tasavvuf sünneti yani dini gerçek manada yaşama yoludur. Titiz bir şekilde bu yaşama gerçekleşirken Kur’ân ve sünnetten ayrılmak ne kelime, onları en ince şekilde anlamaya çalışmaktır. Şirke düşmeden, tevhidî anlayıştan ayrılmadan Rabbimiz ile gerçek anlamda bağ kurma sanatıdır. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in izinden zinhar ayrılmamaktır. O’nun sevdiklerini sevmek, onun uzak durduklarından uzak durmaktır.
S. TAN: Hocam teslimiyetten bahsediyorduk buralara geldik.
İ. ARMUTÇUOĞLU: İşte bizim anladığımız teslimiyet Allah’a ve onun Rasulüne gerçek anlamda teslimiyettir. Ashab-ı kiram efendilerimizin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e tam anlamıyla teslim olabildikleri için ashab-ı kiram olmuşlardır. Biraz önce bahsettiğim üzere muhabbet yukardan gelir ama onların sevmesi için de teslimiyet gerekir. Kalp dil ve beyin bir olacak, istikamet üzere olacak.
İslam’ı ihsan makamında yaşamak için kuvvetli bir iman ile tam bir teslimiyetden sonra gerekli olan başka şeyler de vardır Bunlardan birisi olan altyapı fevkalade önemlidir. Alt yapıdan kastımız ise kabiliyettir.
Hazreti Mevlana’nın bir sözü var; “Kabiliyetsizle uğraşmak kubbe üzerinde ceviz durdurmaya benzer.”
Peki nedir kabiliyet?
Birincisi nikahtır, nikah yolundan gelecek. Allah-u Teala’nın emriyle, Peygamber Efendimiz’in kavliyle, İmam-ı Azam Efendimiz’in ictihadı ile, tarafeynin rızasıyla, en az iki şahid-i adilin şehadeti ile, mihr tesmiyesiyle kıyılmış bir nikah yoluyla gelmelidir. Nikah kıymak kolay ama muhafazası zordur. Ciddiyet, vakar, dile sahip olmak ister.
Necip Fazıl üstad diyor ki “Ben annemin babamın ilk evladıyım, o muhabbetli günlerde meydana geldim” yani nikahın sıhhatli günlerine işaret ediyor.
İkincisi helal rızık ile beslenmektir.
Üçüncüsü mürşit terbiyesidir. Eğer altyapı yok ise bu üçüncü müdahele arzu edilen nispette verimli olmuyor. Alt yapısı olmayan kişi gelir istifade edebildiği kadar eder ama zirvelere tırmanma meselesi nasip olmaz.
Bir gün Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin dergâhına Muhammed Parisa geliyor. O gün eve Şah-ı Nakşibend çok neşeli dönüyor. Hanımanne “Efendi bugün çok neşelisin hayırdır?” diye sorunca Şah-ı Nakşibend Hazretleri “Evet bugün ağımıza bir şahin düştü” diyor.
Evliyaullah Hazeratı dergâhına ilk gelen kişinin kabiliyetini görür.
Bir mürşidi kâmile bağlanmadan gerçek eğitimden geçilmez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “Gerçek âlimler peygamberlerin varisleridirler.” Gerçek alimler mürşidi kâmiller, evliyayı kiram hazeratıdır. İşte onların marifeti ile dinin ruhu kıyamete kadar devam edip gidecektir. Nasibi olan alıyor, nasibi olan buluyor.
Seyr-i sülûk görmemiş bir ilim adamı ile seyr-i sülûk görmüş bir ilim adamı arasında yerlerle gökler arasındaki kadar fark vardır. Oturup kalkmasında, nezaketinde, konuşmasında edep ve erkanında çok fark vardır. En önemlisi muamelatında çok fark vardır.
Bir kaziyyedir, “Bu yolun zîr-u bâlâsı iki adımdır” denir. Bu yolun tabanı ile tavanı iki adımdan ibarettir. Biri nefse kadem basmak, diğeri Sübhân’a ermektir. Eğer nefsine söz geçirebilirsen ikinci adım vuslattır. Nefis terbiyesi başka türlü mümkün değildir ancak mürşidi kamil eliyle olur. Kitabi bilgilerle olmaz.
S. TAN: Nefs terbiyesi de çok zor bir hadise değil mi efendim? Kolay kolay nefsle başa çıkılmıyor.
İ. ARMUTÇUOĞLU: Nefs terbiyesi tabii çok zor bir hadisedir. Herkes beceremez. Sami Efendimiz Hazretleri’nden hiç ‘ben’ lafını duyan yoktur. Normal konuşmanızda ben demeniz bile bir benlik çağrıştırır. Enaniyet çok zor terbiye edilir.
Meşayihden birisinin kapısı çalınmış. İçerden “Min” diye bir ses gelmiş. Araplar ‘men ente’ yerine böyle söyleyiverirler. Kapıya gelen “Ene” demiş. İçerideki ses “Bu kapıdan içerin girmedi” demiş. Yani enaniyetini öldür ondan sonra gel demek istiyorlar.
Şeytanın İblis olması enaniyetinden, kibirindendir.
Dikkat ederseniz bütün büyüklerde yaptıkları ibadetlerden, hizmetlerden hiçbir bahis yoktur. Mesela Yunus Emre hiçliğe güzel bir örnek sergiler;
Nice yüzbin günah ettim hu Mevlam hu Her biri bir dağa benzer hu Mevlam hu
Peki ibadetlerin, zikrin, fikrin nerede? Onlardan bahis yok.
ÖNCE AKIL, SONRA AŞK REFREFİNE BİNMEK…
S. TAN: Nefs terbiyesi akılla mümkün müdür hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Hazreti Mevlana “Akıl bir yere kadar işe yarar da bir yerden sonra biter” diyor. Kişinin mükellef olabilmesi için elbette şer-i şerif ölçüleri içerisinde akıl gereklidir. Ama teâlî ve terakkinin şartı bir çizgiye kadar akılla geldikten sonra aşk refrefine binmektir. İşte o aşkı nefreti de her dala konmaz. Aşk refrefine binebilmek için biraz önce bahsettiğimiz üzere önce iman, sonra muhabbet ve teslimiyet, sonra amel, sonra alt yapı gereklidir, nasip gereklidir.
S. TAN: Hocam sevenlerinize, kardeşlerinize, gençlere bırakmak istediğiniz bir mesaj var mı?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Eğer akılları varsa derviş olsunlar. Gençlere tavsiyem de aynen bu. Kelime kemâline masruftur. Onun için ehil olmak kaydı şartıyla kâmil bir mürşide intisap etmek fevkalade önemlidir.
Sevmek sevilmek oradadır. Huzur denizine dalmak oradadır. Derya gibi gönül sahibi olmak oradadır. Saflaşmak oradadır, iyilik oradadır, melekleşmek oradadır.
Hayat oradadır, ilim oradadır, safa oradadır. Aşk oradadır, feyiz oradadır, mutluluk oradadır. Birinci cennet oradadır.
Kur’ân-ı Kerim’de bir ayeti kerime’de şöyle buyurulur:
“Rabbinin makamından korkanlar ve onu sevenler için iki tane cennet vardır.” İşte bu iki cennetten ilki bu dünyadadır, ikincisi ise ahirettedir. Peki bu dünyada cennet nasıl olur?
Onu da sadıklarla beraber olanlara, sıdk içinde yaşayanlara, aşk refrefine binenlere sor.
Ehli dünyanın dünya nimetlerinden aldığı zevk o muhabbet ehlinin aldığı zevkin yanında bir hiçtir.
Şeyh Galip diyor ki;
Aşıkda keder neyler, gam, halkı canındır Koyma kadehi elden söz piri muğanındır
Burada kadehten maksat elbette muhabbetullahtır.
Rabbi zülcelal Hazretleri hepimizi aşk ehli eylesin. İman ile son nefesimizi verip ahirette büyüklere komşu eylesin. Âmin.
S. TAN: Hocam çok teşekkür ediyoruz.
İ. ARMUTÇUOĞLU:Yolumuzun düsturlarından birisi olan halk içinde olacaksınız ama Hak ile beraber olacaksınız. Müessir duruma gelmek için bir an evvel seyr-i sülûk ikmal edilmelidir. Eğer öyle bir duruma gelirseniz bir yerde oturup geçenlere nazar etseniz bile sizin bakışlarınızdan faydalanırlar. Siz nazargahı ilahî olursanız sizdeki tecelli etrafa akseder ve siz ayna vazifesi görürsünüz. Sizinle karşı karşıya gelen insanlar sizden istifade etmeye başlarlar. İnsan yetiştirmek çok önemli bir hadisedir. İnsan yetiştirmek gerçek anlamıyla evliyaullah hazeratının eliyle olur. Evliyaullah hazeratı bazen evlatlarının içinden bir kişinin yetişmesi için yıllarca beklerler. Bu da Allah-u Teâlâ’nın takdir edeceği bir nasip meselesidir.
Eski Said, Yeni Said
S. TAN: Hocam Said-i Nursi için ‘tarikat ehli olmayan mutasavvıftır’ değerlendirmeleri oluyor. Bu konuda sizin malumatınız nedir?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Isparta İmam Hatip Okulu’nda okurken Said-i Nursi Hazretleri Isparta’da ikamete mecbur idi. Cuma namazına Ulucami’ye gelir idi. Biz de o zaman iç ezanlar okurduk. Son cemaat mahallinde dururdu. Fakir onun namaza duruşunu seyrettikten sonra namaza dururdum. Tekbir alırken kendisini öyle bir kurardı ki, tekbir aldıktan sonra ellerini bağlayıp yumulduğu zaman gitmiştir.
Bir gün bir teneffüste okulun bahçe duvarında oturuyorum. Bir fayton önümden geçerken içindeki zat elini sallayarak selam verdi. Ben de selamını aldım meğer Said-i Nursi Hazretleriymiş.
Malum Said-i Nursi İstanbul’a geldiği zaman bütün medreseleri dolaşmış, onlarla ilgili beyanlarda bulunmuş.
Kelami Dergahı Postnişini Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî Hazretlerini de ziyaret etmek istemiş. Ziyarette Sami Efendi de varmış. Yani üç kişi olmuşlar.
Bize bu hadiseyi Sami Efendi Hazretleri bizzat anlattı:
Said-i Nursi mükâleme olmadan üç tane soru soruyor. İlk sorusunu sorunca öyle cazip bir cevap alıyor ki heyecanla ayağa fırlıyor, “Vallahi doğru” diyor. Diğer soruların cevabı da kendisini aynı şekilde tatmin edince yine ayağa fırlamış. Bu sefer üçü birlikte ayağa kalkmışlar. Said-i Nursi “Bana Kadiri yolunu tarif edin” demiş. Orada Kadiri dersi vermiş Esad Efendimiz Hazretleri. Zaten tabiatı ona mütemayil. Sonra Esad Efendimiz Said-i Nursi’nin sırtını üç defa sıvazlayarak ve Sami Efendi’ye dönerek demiş ki “Bu Said, yeni Said.” Eserlerindeki eski Said yeni Said ifadelerinin dönüm noktası yani aslı bu hadisedir.
Said-i Nursi Hazretleri’nin hayatının son yıllarında yaşanan bir hadiseyi bizzat Ladikli Hacı Ahmet ağa bana söylemişti. Said-i Nursi’ye “Ey Said bütün ömrünü mücahede ve mücadele ile geçirdin. manevi makamlardan hangisini istersin?” diye sorulmuş. Ahmet ağa “Bu soru üzerine bütün ehl-i dil kulak kesildi”, diyordu. Said-i Nursi “Ya Rabbi beni kulluğundan reddetme başka bir şey istemem” diye cevap veriyor. “Dünyayı sarsan bir hadise olmuştu” demişti Ahmet ağa. Kısa bir müddet sonra da vefat ediyor. Esad Efendi ile buluşmasından sonraki hayatı ve eserleri meydandadır. Mesele bundan ibarettir.
Küçük Gibi Görünen Bir İmtihan
Fakir 1985 ve 1990 yılları arasında Mekke-i Mükerreme’de kaldım. O yıllarda Mekke’de kıraat dersi vermiştim. Ümmül Kura Üniversitesi’nde okuyan talebelerimden iki kişi vardı. Birisi Abdullah Cüheni diğeri Feysal el Gazzavi idi. Sonra onların ikisi de Kabe’ye imam oldular.
Musa Topbaş ks ile
O yıllarda Musa Efendimiz Hazretleri umreye geldi. Arafat civarlarında bir evde sohbet oldu. Mühendis Ali Kemal Bey’in arabasıyla Mekke’ye dönüyoruz. Arabada Osman Efendi de var. Musa Efendi fakire buyurdu ki “İlhan efendi aklımdakini oku bakalım.” Evliyaullahın küçük gibi zannedilen imtihanlarından birisi. O zamana kadar fakir uslu uslu duruyordum. Bu teklif karşısında bütün hücrelerim harekete geçti. Rabbimin lütfu inayetiyle arzu ettikleri kasideyi okudum. Ali Kemal Bey arabayı sanki bir gelin arabası gibi yavaş yavaş kullanıyor, yol bitsin istemiyordu. Yavaşça Musa Efendi’nin çehresine baktım, sürur halinde. Gözyaşları içinde bir huzur hali yaşadık.
S. TAN: Ne arzu edilmişti hocam?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Fakirin bir şiiri;
Yüce düsturu tarikat yüce adabı usul Alınıp desti ezelden sunulur deste usul Uzanır ta kıyamet bulunur erbâbı vusul Alan el sen, veren el sen, evet Ey fahri Rusül Vurulur Hazreti Musa’ya elhak o meşihat mührü Vurulan tuğrayı Sami, vuran el emri Rasül
O gün orada bir şey daha gördüm. Osman Nuri Topbaş Bey umreden erken ayrılacakmış. Veda tavafından sonra Musa Efendi’nin dizinin dibine oturdu, bir evladın babaya hürmetini orada gördüm. O nezaket, o saygı nasıl olurmuş orada gördüm.
Bir gün Medine-i Münevvere’de oturuyoruz. Saatçi Osman Efendi vardı. İlim deryasıydı. Fakir Medine-i Münevvere’de iken ya Mescid-i Nebi’de ya da onun evinde olurdum.
Bir gün kendisine “Zikri kesîr nasıl olur?” diye soruldu.
Buyurdu ki; “Hani karpuz keserken ikiye böldüğümüz sırada bıçak biraz kayıverir ve yarının yarısı biraz eksikçe yarının yarısı biraz fazlaca olur. 24 saatin yarısından biraz fazlasında Allah’ı unutmazsa zikr-i kesîrin tabanına ulaşmıştır. O kişi zikr-i kesîr yapıyor demektir. Ama 24 saatin tamamında Allah’tan gafil olmuyor ise işte o kişi zikrin tavanına ulaşmıştır.”
İlhan Armutcuoğlu ile mülakat Altınoluk Dergisi, 379. sayı, Eylül 2017.
TAN:Efendim sizin dergah özlemiyle buraya yaptırdığınız bu otağ mescidi farklı bir mimaride ve farklı özellikler taşıyarak yapılmış. Bunlarla ilgili bilgi verseniz…
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim bendeniz emeklilikten sonra bir müddet Kırım’da da vazife yaptım. Kırım’da dini hayat, İslamlaşma bizim Anadoludan önce başlamış. Hatta oradayken anlatmışlardı, Hazreti Osman zamanında yazılan üç tane Kur’ân-ı Kerim’den birisi eski Kırım Mescidi’ndeymiş. Zannediyorum şimdi o nüsha Moskova’da.
Kırım’da yıkılmış eski bir camide görmüştüm, akustiği temin etmek için kubbenin etrafını boş testilerle çevrelemişlerdi. Camilerde seslerin karışmaması lazım. Yeni camilerde bakıyorum sesler birbirine karışıyor. Caminin içinde ses hem her köşeden duyulacak hem de birbiriyle karışmayacak, bu husus önemlidir.
“Neden çadır, otağ şeklinde cami inşa ettiniz?” derseniz Anadolu insanı olarak hepimiz Ortaasya’dan gelmişiz. Burada Ortaasya’daki ecdadımızın çadırlarını yâd etmek istedik. Onlar keçeden yapmışlar biz taştan, tuğladan yaptık. Mimarisi de oradan geliyor.
Bizim Otağ mescidimizin pencere seviyesinin üstünü çepeçevre testilerle kapladık. Ilıman bölgelerde havalandırma önemli oluyor. Bunun için ayrıca küçük kubbenin altına on santimlik hava alma boşluğu yaptık. Camimizin içinde durgun hava olmaz baca gibi oradan teneffüs eder.
Fatih Sultan Mehmet’in çadırını kurduğu Otlukbeli’nde bu caminin aynısını yapmak istemişlerdi, projelerini verdik yaptılar.
Otağ mescidimizde Selçuklu ve Osmanlı motifleri kullandık. Mihrabına başka camilerde konulmayan “Allah kuluna kâfî değil mi?” ayeti kerimesini tuğra şeklinde yerleştirdim.
Mescidin içine nakşettiğimiz ayeti kerimeler tamamen tefekküre dayalı ayeti kerimelerdir.
Bunlardan birisi; “Sizden kim dininden dönerse, Cenab-ı Hak sizi helak eder, sizin yerinize öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” ayetidir.
Burada bir incelik var onu arz edeyim, muhabbet aynen su gibidir, yukardan aşağı akar yani Allah’tan kuluna gelir, Peygamberden ümmetine gelir, üstatdan talebesine gelir, babadan anneden evladına gelir. Burada da o zikredilmiştir, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” Yani ilk seven Cenab-ı Hak’tır.
Nakşettiğimiz bir diğer ayet-i kerimeyse; “Cenab-ı Hak arza gireni bilir, arzdan çıkanı bilir, semadan, gökyüzünden ineni bilir, semaya yükseleni bilir. Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Diyebiliriz ki bu milletin evladına sadece bu ayeti kerimeyi öğretebilirsek bile mükemmel bir toplum inşa ederiz. İnsanlar Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilince her hareket, her adım ona göre atılır. Böyle bir anlayıştan uzak kaldığı için ise cemiyetin perişanlığını, halini görüyorsunuz.
Üçüncü bir ayeti kerime, Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz azîmüşşan kulumuza şah damarından daha yakınız.”
Biliyorsunuz vücutta temiz kan atardamar marifetiyle bütün uzva yayılır. Kullanılmış kan ise toplardamar marifetiyle bütün vücuttan tekrar kalbe gelir. Kullanılmış kan, kirlenmiş kan kalbin atışlarıyla ciğerlere pompa edilir, orada oksijenle temizlendikten sonra tek damar ile kalbe indirilir. Ölmüş kan oksijen vasıtası ile diriliyor, tekrar hayatiyet kazanıp bütün vücudu tekrar diriltiyor. İşte o tek damarın adı, hayat damarının adı, şah damarıdır. İşte Cenab-ı Hak bundan dolayı şah damarını zikretmektedir. Cenab-ı Hak bize şah damarımızdan, nefsimizden, ruhumuzdan yakındır.
Bendeniz edebiyatla meşgul olduğum için bir de kitabe koyduk. İki büyüğümüzün ismine bu mescidi yaptık, bu itibarla orada şöyle deniyor:
İş bu nakşî mabedin nakşı, nakkaşı nakşî Nakşeden kalbe her dem nakşı nakkaşı nakşî Hazreti Mahmut Sami, sahip vefa hayrına Feriştehler dem be dem inerler nakşî nakşî.
Silsile -i Şerif
S. TAN:Hocam silsilenin son beyitlerinin sizin kaleminizden çıktığını biliyoruz. Bunun nasıl olduğunu sizden dinlesek
İ. ARMUTÇUOĞLU: Efendim Sami Efendi Hazretleri ahirete irtihal ettiği zaman birinci gün Musa Efendi Hazretlerini aradım. Telefon cevap vermedi, ikinci gün tekrar ararım. “El hukmü lillah, inna lillahi ve inna ileyhi raciun”, baş sağlığı diledim. “Efendim bundan sonra emriniz ne vechile olacaktır?” diye sordum kendilerine. “Evladım aynen bildiğiniz gibi devam edecek” buyurdular. Muğla’da kardeşlere “Bundan böyle vazife Musa Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir” dedim. Tabiî silsilede mübarek isimlerinin geçmesi gerekir. Kardeşlere “Bundan sonra şu beyti silsilenin sonunda okuyalım, gelen talimat üzerine hareket ederiz” dedim. Beyit şu:
Hazreti Musa medâr-ı feyzimiz oldu şükür Mazhar-ı avnü inâyet olsun ol sahip vefa.
Bu durumu da Abdullah Sert ağabeyime ilettim. Yazdığım beyti Osmanlıca olarak kendilerine takdim ettim. Abdullah Sert ağabeyim Medine-i Münevvere’ye gittiklerinde Musa Efendi Hazretleri’ne arzetmiş. Bu arada bir hayli teklifler de olmuş. Musa Efendi Hazretleri fakirin yazdığını işaret ederek “Bu münasiptir” buyurmuşlar.
Musa Efendi’nin irtihalinden sonra vazife Osman Efendi Hazretleri’ne intikal etmiştir. Daha önce bu beyti fakir yazdığım için yeni bir beyit yazmam istendi. Onun için yazdığım beyit şu:
Hilm-ü irfanı ile hizmet aşkının mümtaz eri Mayesi rahm-ü sehâ Osman veliyyi pür haya
Bu beyti Abdullah Sert ağabeyim kendilerine arzettiği zaman Osman Efendi tevazuundan veli ifadesini uygun bulmamışlar. Ayrıca her mürşit için bir beyit olunca bu uzayacak, her ikisi bir beyitte toplansa düşüncesi fakire iletilince o zaman da son halini alan şu beyti yazdım:
Feyzi cârî Hazret-i Musa ki ol sahip vefa Pek sahî hayru’l halef Osman Nuriyyi pür haya
Bu da benim için ayrı bir neşe ve huzur kaynağıdır.
Şiir Dünyasında
S. TAN: Hocam edebiyatla şiirle meşguliyetiniz devamlı oluyor mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Şiirle meşguliyet devam eder durmaz. Osmanlı döneminde divan sahibi olmuş şairelerle uğraştım. 18 şairenin divanları üzerine çalışma yaptım. Câlib-i dikkattir bu hanım şairelerin hiçbirisi mektebe gitmek suretiyle şair olmamışlardır. Ya babasından ya kendisine nikah düşmeyen birisinden okumuş ve o divanları o dönemin kültürüyle meydana getirebilmişlerdir. Üstatlarını buldukları takdirde özel eğitimle mükemmel manada yetişmişlerdir.
Mesela şaire Leyla hanım müthiş bir ifadeyle şunları söylüyor:
Musa Topbaş ks. merhum, Dr Dursun Aksoy ve İlhan Armutcuoğlu Hocamız
Bu çalışmalarımın basımlarıyla ilgili yeterli gayrette bulunamadım, hâlâ kayıtlarımda durmaktadır. Belki gayretli gençler yetişirse bendeniz onlara yardımcı olabilirim.
İzmir’de bulunduğum yıllarda edebiyat fakültesinden mezun bir kardeşimiz tez yazacağı zaman onu Esat Erbilî Efendi’nin divanına yönlendirdim, ben de yardımcı oldum ve o divan literatüre girmiş oldu.
Kaside-i Bürde’nin, Kaside-i Ziyaiyye’nin manzum tercümelerini bir ara yapmıştım.
Tasavvuf ile meşgul olanlarda bu edebi zevk ve neşe vardır.
Divan edebiyatı tarzında şiirlerimiz devam edip gidiyor. Bazen cami kitabeleri istiyorlar. Onlara da münasip beyitler yazıyorum.
Musa Efendimiz zamanında bir gün Konya’da Lalebahçe’de bir sohbetteyiz. Musa Efendi notlarını açtı ve içinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı. Sohbet notlarını Abdullah Sert ağabeyime verdi ve onlarla sohbet ederken kenara ayırdığı kağıda şöyle baktım. Gayet muntazam katlanmış, katlayan düzenli birisiymiş diye düşünüyorum. Sonra dikkat ettim kağıdın arkasına nokta tuşları belli olarak çıkmış. Benim daktilomun da nokta tuşları sert basardı. Musa Efendimiz Hazretleri sohbetten sonra o kağıdı açtı fakire uzattı, meğer bendenizin bir şiiriymiş. Onu verirken buyurdular ki; “Şairler umumiyetle mübalağa ederler, fakat bu şiirde hiçbir mübalağa yoktur.” Sami Efendi Hazretleri’ni anlattığım o şiiri okumamı arzu ettiler:
Ey Hazreti Sami meselsin mürüvvette Eller dâmenindedir dünyada ahirette
diye başlayan bir şiirdi.
Birliktelikler Güzellikler
S. TAN:Efendim Sami Efendi Hazretleri ile olan yakınlığınızdan faydalı olacağı mülahazasında bulunduğunuz bazı hatıralar paylaşır mısınız?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bendeniz ilk haccıma 1965 yılında kara yoluyla gittim. Hac mevsimi bittikten sonra Kabe-i Muazzama’da Altınoluk’un karşısında yatsı namazından sonra Sami Efendi ve Musa Efendi ön safta biz de arkasında oturuyoruz. Kabe-i muazzama’nın tam tepesine ay mehtap vaziyetinde olarak dikilmiş vaziyette. Babüs selam tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Aceleyle yürürken birden durdu. Aya bakıyor, dönüyor Kabe’ye bakıyor, dönüyor Sami Efendimiz Hazretleri’ne bakıyor. Üç noktaya tekrar tekrar bakıyor ve ağlıyor. Ve 10 metre kadar mesafedeydi. Üç merkeze bakış bayağı bir devam etti. Birden usta bir yüzücünün denize atlaması gibi Sami Efendi Hazretlerinin kucağına atladı, başını onun dizine koydu hiç kelam olmadan üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Ne ondan ses var ne üstadımızdan ses var. 3-5 dakika kadar bedevinin başı üstadımızın dizinde ağlama devam etti. Nihayet üstadımız o bedevinin sırtını sıvazladı. Sonra başını kaldırdı, çok dikkatle üstadımızın yüzüne baktı ve yine hiçbir kelime konuşmadan zemzem kuyusuna doğru yürümeye başladı. Fakat giderken birkaç adım gidiyor sonra duruyor yine üç merkeze bakıyordu. Biz tabi kendisine soramazdık da yakınlarına sorduk, “Neden bu kişi üç noktaya baktı?” diye. Efendim dediler ki; “Ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”
Herkeste vardır, bazı yiyeceklere karşı vücutta alerji olur. Ben de yumurtayı hele hele yağda kızartılmış yumurtayı yiyemem. Bir lokma bile alsam o gün sancı akşama kadar kıvrandırır.
Yine Mekke-i Mükerreme’deyiz. Bizi Konyalı Doktor Mehmet Hulusi Baybal ile birlikte bir otelde yemeğe aldılar. Fakir Sami Efendi’nin sağına düştüm. İçlerinde en genç olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendi çorbasından biraz aldıktan sonra olduğu gibi bana verdi, ben de yedim. Arkasından yağda kızartılmış yumurta geldi yine Sami Efendi bir kaç lokma aldıktan sonra geriye kalanını bana verdi. Tabi üstadımızın sofrası olduğu için edeben vardır bir hikmet düşüncesiyle o iki porsiyon yumurtayı adamakıllı bitirdim ve arkasından da sünnetledim. Ömrü hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı, o zamandan beri de bana yumurta dokunmaz.
Bir beyitte şöyle deniyor:
“Ehli dil hâre nazar eylese gülzar açılır.” Yani bir gönül ehli nazar ederse eşya kabiliyet değiştiriyor.
Sami Efendi’yi Ağlatan Kasîde
S. TAN: Hocam Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetlerinde hiç kaside okuduğunuz oldu mu?
İ. ARMUTÇUOĞLU: Bir gün İstanbul’da Musa Efendi’nin köşkündeyiz. Öğle namazından sonra sohbet başladı akşama kadar devam etti. Arada ikindi namazı kıldık. Sohbet bir aşr-ı şerif okunarak bir sohbet yapılarak devam ediyordu. Akşama yakın fakire “Okuyun” dediler. Ben Sami Efendimizin sol canibinde bir yerde oturuyorum. Okuyun dendiği yani aşır okuyun denmediği için ben de Esad Erbilli Hazretleri’nin bir gazelini okudum.
Tefsir sahibi Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri de tahmis etmiş. Yani her beytin üzerine üç mısra eklemiş. Buna tahmis deniyor. Esad Efendi’nin gazeli şöyle başlıyor:
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi’nin tahmisi de şöyle bitiyor:
Gam değilmiş Hamdi olmak seyr-i gülşenden cüda Neşve var yadında derler gül feda, bülbül feda Şimdi şeyhi asırdan duydum şu yolda bir nida Dergehi piri muğanda Haki pây ol Esad’a Ol zaman idrak edersin rütbeyi bâlâ nedir
Fakir okumaya başlayınca Sami Efendimiz Hazretleri gözyaşlarını koyverdi. Evliyaullahtan büyüklerin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları akıyor, üzerinde kahverengi bir pardesü vardı, pardesünün üzerinden aşağıya iniyor. Sonuna kadar okudum. Artık sohbet bitti. Sami Efendi kalkacaklar, şöyle bir yüklendi kalkamadı, bir daha yüklendi yine kalkamadı yanındakiler yardım ettiler de ayağa kalktılar. O gün Sami Efendimizin o meclisten gidişini hiç unutamam (ağlıyor). Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hâlâ gözümün önündedir. Herkes gidince fakir de müsade istedim Musa Efendimiz “Siz kalın” buyurdular. O gün geç saate kadar bahçede bir ağacın altında sohbet ettik.
Kuşlar Bile Zikre İştirak Etti
Bir başka zaman Bursa’da Ulu Camiye yakın bir evde sohbet olacak. Ev beşinci katta. Sami Efendimiz Hazretlerinde ihtiyarlığın göründüğü yıllardı. Kat aralarındaki sahanlıklarda dinlene dinlene çıktılar, biz de peşinden çıktık. Yine o sohbette de bir aşr-ı şerif bir sohbet oluyor. Fakir Sure-i Vâkıa’yı üç bölümde okudum. Birinci bölüm okunuyor Sami Efendi sohbet ediyor ikinci bölüm okunuyor tekrar sohbete geçiyoruz. Musa Efendimiz hazretleri tam karşımda. Evde bir bülbül veya kanarya varmış, fakir Kur’ân okumaya başlıyorum kanarya şakımaya başlıyor. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Sami Efendimiz Hazretleri Vâkıa Suresi bittikten sonra bütün vücuduyla fakire döndü ve “Allah senden razı olsun, kuşları bile zikre iştirak ettirdin” buyurdular. Sohbet bitti ayrıldık.
Oku Ama Bursa’da Okuduğun Gibi
Musa Efendimiz daha sonra fakire ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa hemen “Oku ama Bursa’da okuduğun gibi oku” derdi. Bir ömür fakire bunu söylemiştir.
Hakk-El Yakîn İçin…
Rabbim hepimizin imanımızı ölünceye kadar muhafaza etmemizi nasip eylesin. İlme’l yakînden aynel yakîne oradan Hakke’l yakîne ulaşmak kolay değildir. Bunun için neler isteniyor?
Önce içinde riya kokusu olmayan ibadetler, amel, taat isteniyor. Yaptığımız bütün ibadetler rızayı bârî yani Allah rızası için olacak. Gösteriş olmayacak.
Sonra helal kazanç isteniyor.
Ondan sonra müspet eğitim isteniyor. Özellikle mürşidi kamilden alınacak eğitim isteniyor.
Kalbin Mertebeleri
Sami Efendimiz Hazretleri kalp meselelerine geldiği zaman kitabı bir kenara bırakır irticalî konuşurdu.
Kalpler beş kısımdır derdi.
Ölü kalp, maneviyat diye bir şey yok.
Marîz yani hasta kalp, ölebilir de dirilebilir de.
Zakir kalp, zikri var ama yarıdan az.
Uyanık kalp, zikr-i kesirde yani yarıya geçmiş.
Hayy kalp, diri 24 saatin tamamında zikir halinde olan kalp.
Bunlar tabi seyr-i sülûk olmadan olmuyor. Bu durum yol içinde bile olsa herkese nasip olmayan bir keyfiyettir.
Zikr-i Kesir Nasıl Olur?
Bir gün Medine-i Münevvere’de oturuyoruz. Saatçi Osman Efendi vardı. İlim deryasıydı. Fakir Medine-i Münevvere’de iken ya Mescid-i Nebi’de ya da onun evinde olurdum.
Bir gün kendisine “Zikri kesir nasıl olur?” diye soruldu. Buyurdu ki; “Hani karpuz keserken ikiye böldüğümüz sırada bıçak biraz kayıverir ve yarının yarısı biraz eksikçe yarının yarısı biraz fazlaca olur. 24 saatin yarısından biraz fazlasında Allah’ı unutmazsa zikr-i kesirin tabanına ulaşmıştır. O kişi zikr-i kesir yapıyor demektir. Ama 24 saatin tamamında Allah’tan gafil olmuyor ise işte o kişi zikrin tavanına ulaşmıştır.”
İmam Gazali Hazretleri tahsile başladığı gençlik yıllarında kervan ile sefer esnasında bir gurup eşkiyanın baskınına uğrar. Eşkiya yolcuların nesi varsa hepsini alır götürür. Bu meyanda İmam Gazali Hazretlerinin kitaplarını da alırlar..
Her ne kadar bunlar sizin işinize yaramaz diye yalvarır ise de, eşkıya kitapları alır götürür.
Bundan böyle İmam Gazali Hazretleri eline geçirdiği eserlerin hepsini, (eşkıya korkusu üzerine) ezberler. Tahsil yolunda olan gençlerimize ilme olan iştiyak ve arzuyu anlatması bakımından bu vak’ayı arz etmiş oldum.
Bütün hayatımız boyunca havf ve recâ içinde olmamız gerekeceği gerçeğini hatırlatması bakımından İmam Gazali Hazretlerinden bazı nakiller yapmak istiyorum. Eser, orijinal Mükâşefetü’l-Kulûb:
Ebu’l-leys Semerkandi‘den neklen:
“Kişinin Allah’ı sevdiği, sevmediği 7 şey ile bellidir:
1. Dilinden bellidir. Eğer bir mü’min (erkek olsun, kadın olsun) yalan, gıybet, lâf getirip götürme, iftira, luzumsuz ve gereksiz lâflar ile dilini kirletirse, büyük mes’uliyet taşımaktadır.
Dilin kullanım sahası, her hâl ü kârda doğruyu söylemek, Yüce Allahı zikr etmek, Kur’an-ı Kerîm okumak ve ilim müzâkeresinde bulunmaktır.
Tarihte öyle anneler, babalar yaşamıştır ki, ağzımızdan yanlış kelimeler çıkabilir, mes’ûl oluruz düşünceleri ile, muhatablarına Kur’ân âyetleri okuyarak hitâb etmişler, muhatablar da kişinin ne demek istediğini anlamışlar, öylece davranmışlardır. Heyhat bunlar hep mazîde mi kaldı…
Koca Yunus’tan:
Söz ola kese savaşı!. Söz ola kestire başı!. Söz ola ağulu aşı Yağ ile bal ide bir söz…
Yüce Mevlâmızın öyle kulları da vardır ki, otururlar, kalpten kalbe konuşurlar, müzakerelerini yaparlar, kararlarını alırlar, kalkarlar giderler...
2.Kalbinden bellidir. Kalbinde Yüce Allahımızın sevmediği ne varsa hepsini çıkarıp atmalıdır. Kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi mühim işlerdendir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ide Hak!.. Padişah konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan!…
Din kardeşine kin, düşmanlık, hased…bin türlü maraz taşımak ne büyük âfettir!..
Melekler ancak gördüklerini ve duyduklarını yazarlar. Ancak Yüce Allahımız, gözlerin hâin bakışlarını, kalbden geçenleri de bilir. Kimden neyi saklayacaksınız..
Şu hususu da ayrıca ifade etmeliyim:
Dünyada iki mukaddes şehir vardır ki, Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevveredir. Bu iki şehirde işlenmediği halde her hangi bir ma’siyet işleme arzusu kalblerden geçerse kişi bunlardan da mes’uldür.
İşte bu iki mukaddes şehir, sevdiğini tutar, sevmediğini atar.
Yılların tecrübesi ile görmüşüzdür ki, hacıların bir kısmı hac bitiminde Haremeynden ayrılmak istemez, bir kısmı da “Ne zaman döneceğiz?..” demeğe başlarlar…
Bir kısım bahtiyarların vefatları da Haremeynde tahakkuk eder, Cennetü’l-Muallâ ve Cennetü’l-Bakî’de kalırlar…
Lekesiz bir îman, riyasız ibâdât bir de mürşid terbiyesi üçü bir arada tahakkuk ederse, kalbler tasfiye, nefsler tezkiyeye ulaşırlar.
Bünyeyi en son terk edecek ma’nevi maraz, hubb-i câh dedikleri makam ve mevki’ sevdasıdır. Kişi bundan da kurtulursa vilâyet mertebesinin zirvelerine tırmanmış olur.
Cennete göre dünyâ varlığı cidden bir hiçtir!.. Rü’yetullah’a bir kere ersen Cennet bir hiçtir!.. Vakti nakid bil, Allah’a dayan, hikmete râm ol!.. Eğri yürürsen, yan gelip yatsan, ömrün bir hiçtir!…
Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretlerinden dinlemiştim: Kalbler beş kısma ayrılır:
1- Ölü kalb. 2- Hasta kalb. 3- Gafil kalb. 4- Zâkir kalb. 5- Diri kalb.
Ölü kalblerde ma’neviyyat diye bir şey kalmamıştır. Hasta kalbler hayata kavuşabilir, ihmal edildiği takdirde öle bilirler. Gafil kalbler, 24 saatte zikri ve Yüce Allah’ı hatırlamakta yarıdan az; zakir kalblerin zikri ise günlük hayatta yarıdan fazladır.
Diri kalblere gelince, 24 saatin bütününde bir nefes Yüce Allahtan gafil değil, bütün muâmelelerinde ayık ve zikir halindedir. Yani el kârda, gönül yarda…
Örnek olarak en başta Peygamber Efendimiz, bütün peygamberler, evliyânın büyükleri bu zümredendir.
Şeyh Gâlip Dede Hazretlerinden:
Ey dil!..ey dil!.. niye bu rütbede pür-gamsın sen!.. Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen!.. Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen!.. Bildiğin gibi değil, cümleden akvemsin sen!.. Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen!.. Sırr-ı Haksın mesel-i Îsi-i Meryemsin sen!..
Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen!.. Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdemsin sen!…
3. Bakışlarından bellidir. Yüce Allahımızın haram buyurduklarına bakmaz. İstek ve arzu ile, rağbetle dünya zenginliklerine de bakmaz. Ancak ibret almak maksadı ile bakar.
Nakşibendi usullerinden, hayat boyunca tatbik edildiği takdirde büyük kurtarıcı 11 usulden biri de, Nazar ber kademdir. Yolda yürürken ancak basacağımız yere bakarak yürümek. Herkes için önemli olmakla beraber, özellikle hanımlar, kızlar için ne kadar önemlidir.
Namaz kılarken çeşitli şeylerin hatırımıza geldiğinden şikayet ederiz. Gözler, kalplerin penceresi gibidir. Günlük hayatımızda gözleri İslami ölçülerin dışında kullandığımız takdirde, kalplere depo edilen yanlışlar, elbette ki namazda hatıra gelir ve rahatsız eder.
Büyüklerden bir zattan dinlemiştim:
“Bir gün Üstadımı ziyarete gidiyordum, apartmanın merdivenlerinden inerken süslü, cilveli, parfüm esintileri ile merdivenleri dolduran bir kadınla karşılaştım. İlk görüşten sonra bir daha baktım. Üstadımın huzuruna vardığım zaman merhabalar şöyle dursun, yüzüme bile bakmadı, biraz oturdum, kalktım, giderken uğurlar olsun bile demedi.” demişlerdi.
4- Yediklerinden bellidir. Peygamberimiz Efendimiz bir hadislerinde buyuruyorlar ki:
Adem oğlunun midesine bir lokma haram girerse, o haram, bünyede bulunduğu müddetce (alınan bir gıdanın te’siri 40 gün devam eder) yer ve gök melekleri ona lanet okurlar, o haldeyken ölürse yeri cehennemdir.”
Hazret-i Mevlâna’nın bir sözünü hatırlayalım:
Kabiliyetsiz ile uğraşmak kubbe üzerinde ceviz durdurmağa benzer!..
Konyamızın büyük dervişlerinden Dişçi Hacı Mehmed Lekesiz misafirim idi. Sohbet esnasında misafirlerimden birisi, “Efendim! Devlet bankalarının faizleri haram sayılmazmış diyorlar. Ne buyurursunuz?” deyince:
“Evlâdım, bir caddeden geçerken o cadde üzerinde bir banka binası varsa onun önünden koşarak geç, Allah korusun o esnada bir deprem filan olur, bina yıkılır altında kalırsan, âkibetin çok feci olur” diye buyurmuşlardı. Haramların büyük tehlikesini anlatmış olmak bakımından.
Ruh sağlığımızı emniyete almak günlük hayatımızda mühim işlerdendir:
Lekesiz îman, Riyasız ibadet, Yeteri kadar helâl kazanç.
Gücümüz yettiğince insanlığa hizmet, ne kadar büyük önem taşımaktadır…
Osmanlı İmparatorluğunun geniş coğrafyasını hatırlayalım. İstatistikler yapılmış. O kadar geniş coğrafyada işlenen cürümler, bu gün memleketimizin büyük şehirlerinden birisinde işlenen cürümlerle karşılaştırılmış, maalesef şimdiki ölçüler çok daha fazla. Sebep, yukarıda arz etmeğe çalıştığım yanlışlar.
Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)’in hılâfetinin ikinci yılında devlet sınırları içinde en küçük bir cürüm dahi işlenmemiştir ve bu, dünya tarihinde tektir.
5- Kişinin ellerini harama uzatmaması, tâatta kullanmasıdır.
Peygamberimiz Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Cenab-ı Hak Celle Celalüh Hazretleri Cennette, sütunları zebercetten bir köşk hazırlamıştır. İçinde 70 bin dâire, her dâirede 70 bin ev… Bunları, Yüce Mevlâmız, kendilerine haram teklif edildiği halde Allah’a olan sevgilerinden ve saygılarından dolayı harama ellerini uzatmayan mü’minlere verecektir.”
Elleri ile san’at eserlerini meydana getiren güzelleri nasıl takdir etmezsiniz!.. Medine-i Münevverede Mescid-i Nebevinin Selam Kapısından girince Kıble Duvarındaki Ecdâd yâdigârı Âyetleri, Esmâü’l-Hüsnâ, Peygamber Efendimizin güzel İsimlerini, daha nice hat eserlerini ve motifleri nasıl takdir etmezsiniz!.. Bunları hangi güzel eller hazırlamış, yazmış. Hangi gönüller ne yüce duygularla bezemiş!.. Eğer bir kimse bırazcık hüsn-i hattan anlıyorsa, Peygamber Efendimizi ziyaret neş’esi en başta olmak üzere Bâbü’s-selâmdan ayık girer, Bâb-ı Cibrilden mest ü lâ ya’kil olarak çıkar gider!..
Çok sevgili dostum Hattat Ali Hüsrevoğlu’nu şükran ve duâlarla yâd etmeliyim. Mescid-i Nebevînin genişletilmiş mekânlarındaki âyetleri yazmak ona nasib olmuştur!..
Yanlışta kullanılmayan ellere binlerce takdir, teşekkür, duâ…
6- Kişilerin ayaklarını günah yolunda kullanmamaları, tâatta, hizmette kullanmaları…
Bir kişi düşünelim, bir ömür ayakları kendisini meşrû’ güzel yerlere taşımıştır… Bir kişi de düşünelim, meyhane, kumarhane… bir ömür oralarda dolaşmış.. Yaya olarak kıt’alar arası Hacca gelenler olmuş!.. Onları vakit vakit hayâl etmişimdir. Hangi ayaklar güzel?
1985-1990 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de idim. Gece ibadetlerine devam ettiğimiz arkadaşlarım vardı. Bunlardan birisi de Yemenli Mücâhid Efendi isminde bir dostum idi (hâlen hayâtta). Yatsı namazından sonra saat 10 civarında tavafa girerdi, 6 saat kesintisiz tavaf ederdi… Teheccüd vaktine kadar… Ayakları ilim yolunda, hizmet yolunda, bir ömür taatta kullana bilmek ne büyük bir başarıdır!..
7- Kişinin yaptığı her işi Allah rızası için yapması:
“Günahın büyüğü küçüğü olmaz, kime karşı işlendiğine bakılır, ni’metin azı çoğu olmaz, kimin verdiğine bakılır.” ta’birini büyüklerden hep duymuşumdur…
Ka’beyi tavaf ederken Rükn-i Yemâni ile Rükn-i Haceru’l-esved arasında şu duâ okunur:
“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünya haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe’n-nar…”
Kısaca ma’nası, “Ey bizim Rabbimiz bize dünyada hasene, (sevaplar ver), ahirette de hasene (sevaplar) ver!.. Ve bizi cehennem azâbından koru!..
Dünyâda yapabilene sevaplar çoktur. Ancak yapılan sevapların ancak ve ancak, (küçüğü büyüğü) O’nun rızâsı için yapılanıdır, en mu’teber olanı budur. Yüce Rabbimizin rızası ameller içinde gizlidir. Riyâdan uzak olabilmek ne büyük başarı ve zaferdir…
Dünyada atılan her adımda İlahî rızayı aramak cümlemize nasip ola!..
Ahirette de en büyük hasene Yüce Allahımızın Cemâline mazhar olabilmektir!.. Bu güzel neticeyi şiirleştirmek icap ederse:
Dünyâda rızâ, Ukbâda Likaa!.. Ancak maksûdum rızâ ve Likaa!..
Kavmim peşinde hıçkırırım bir boğuk gibi, Hıngıldarım beşikte debrenür çocuk gibi…
Femnün bi lutfin ve ihsânin ve mekrumetin, Ve’ş-fa’ lenâ yâ Nebiyyellahi yâ senedî!..
İhs’an u lutfunu hem, kerem bahş edip bize, Yâ Nebî Yâ Senedî!. şefâat hepimize!..
Ente’l-lezî amme külle’l-halkı nâilühû Yes’avne râcûhü min kurbin ve min buudi.. Sensin atâsı halkı, baştan başa kuşatan, Ümmidle koşuşurlar, yakından hem uzaktan..
Fealtü min külli ısyânin kebâirahû, Ve lem etüb leytenî ey ümmi lem telidi!..
Hep ma’siyet işledim tevbe de edemedim, Bir de nolaydı anam doğurmayaydı dedim…
Men lî bi-mektesebet nefsî sivâke eyâ, Fi külli nâibetin zuhrî ve mu’temedi
Nefsim tuğyân ettikçe kime şekvâ edeyim? Hiç senden özge var mı? melce'im, mu’temedim!.
İzâ atıştu ğaden min harri ma’sıyetî, Kul yâ “Zıyâ” inne hâzâ Kevserî feridi!..
Mahşerde susarsam âteş-i ma’siyetimden, Kevserim işte Zıyâ!. iç ve kan serinle de!..
Aleyke mâ nâha fi’lğusni’l-hamamü ve mâ, Sâha’n-naâmü salâtü’l-vâhidi’s-samedi
Behâim koşuştukça, öttükçe güvercinler, Üzerine salâtım bezleylesin Girdigâr…
Ve mâ terenneme atyârun ve sâha cevâ. Anâdilü bihazîni’s-sec’i ve’l-ğaradi… Ötüştükçe hep kuşlar, şevk ile ale’d-devâm, Hazîn bülbül sec’ ile feryâd ettikçe müdâm…
Ve mâ tehettale dem’ul-aşikîne ve mâ, Nebâ mezâciuhüm min sevrati’r-ramedi…
Göz yaşı âşıkların, sanki selsebîl misâl, Aktkça pür-harâret, coştukça ayn-ı zülâl
İlhan Armutcuoğlu Altınoluk Dergisi, 336. sayı, Şubat 2014.
Efendim bendeniz, ilk haccıma karayolundan 1965 yılında gittim. O zaman yüksek islam enstitüsünde talebeydim. Yine altmışlı yıllarda hacca gittiğimin birinde hac mevsimi bitti. Kabe-i Muazzama’nın huzurunda, Altınoluk’un karşısında yatsı namazlarını kıldık, Sami Efendi ve Musa Efendi Hazretleri ön safta, bizler de arka safta oturuyoruz. Kabe-i Muazzama’nın tam tepesine ay dikilmiş vaziyette. Çok güzel bir mehtap var.
Bab’us Suud tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Acelesi var hızlı hızlı geliyor. Birden durdu. Yani frene bastı. Tam Kabe’nin tepesindeki aya bakıyor, Kabe’ye bakıyor bir de Sami Efendi Hazretlerine bakıyor. Üç noktaya, yani aya, Kabe’ye ve Sami Efendimize bakıyor. Bize on metre kadar bir mesafede. Başladı ağlamaya. Bu üç merkeze bakış bayağı devam etti. Geldi, usta bir yüzücünün denize atlaması gibi, Sami Efendi Hazretlerinin kucağına attı kendisini. Başını onun dizine koydu, Üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Yalnız hiç kelam yok. Ne ondan ses var, ne üstadımızdan ses var. Belki beş dakika olmadıysa da, üç dakika başını üstadımızın dizinden kaldırmadı. Nihayet üstadımız sırtını bir okşadı, sıvazladı. Başını kaldırdı ve fevkalade bir dikkatle üstadımızın yüzüne baktı. Sonra kalktı zemzem kuyusuna doğru gidiyor ama yine arada durup durup üç noktaya bakıyor. Öyle ağlaya ağlaya gitti.
Biz kendisine soramazdık ama yakınlarına sorduk; ‘Neden bu kişi, acaba üç noktaya baktı?’ Dediler ki; “ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”
Ramazanoğlu Mahmud Sami hz.
Yağda Yumurta
Bendeniz, hele yağda kızartılmış, yumurta yediğim vakit müthiş sancı yapar. Şöyle bir lokma yumurta yiyeyim o gün akşama kadar sancı kıvrandırır.
Kabe’de Suud Kapısından çıkınca ileriye doğru Fındık Kâki diye bir otel var. Bir gün rahmetli Doktor Baybal abiyle beraber ikimizi yemeğe aldılar. Bir umre kazasında vefat eden, Demirci Vahdettin Efendi diye bir abimiz vardı, o da aşçı başı. Sofrada hemen Sami Efendimizin sağına düştüm. Çorba yapmışlar. En genç bendeniz olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendimiz çorbasından çok az yediler ve geri kalanı olduğu gibi benim tabağıma boşalttılar. Ben de yedim. İkinci olarak yağda kızartılmış yumurta getirdiler. Yine en çok benim tabağıma koydular. Sami Efendimiz yumurtasından birkaç lokma aldıktan sonra olduğu gibi kendi yumurtasını bana verdi. Yani fazla fazla iki porsiyon oldu. Tabii üstadımızın sofrası ‘var bunda bir hikmet’ diye, o yumurtayı adam akıllı bitirdim, sünnetledim. Ömür hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı. O zamandan beri de artık bana yumurta dokunmaz oldu. Bir beyit var: Ehli dil hâ’ra nazar eylese gülzâr açılır. Yani gönül ehli nazar eylerse eşya kabiliyet değiştiriyor.
Sami Efendinin Gözyaşları
Bir gün İstanbul’da Musa Efendi Hazretlerinin köşkünde sohbet var. Sami Efendi Hazretleri hayatta. Sohbet öğle namazı ardından başladı, akşam namazına kadar devam etti. Arada bir ikindi namazı kıldık. Bir aşır bir sohbet, bir aşır bir sohbet devam ediyor. Akşama yakın sohbet bitti. Fakire oku dediler. Kim dedi hatırlamıyorum. Ama sadece oku dediler, aşır oku demediler. Sami Efendimize yakın bir yerde oturuyordum. Esad Efendimizden bir gazel okudum. Bu gazeli tefsir sahibi Hamdi Yazır Hocaefendi, her beytin üzerine üçer mısra eklemek suretiyle, tahmis etmiş. Gazelin aslı şöyle başlıyor,
Üzerinde üç mısra tahmisle şöyle okuyama başladım.
“Lâhe lî tayfün sera fi’l-kevni min tilkâi bedir Aşk ez ceybem girift u güft ya haza edir Sormam artık pire sâki gaye-i mana nedir Leblerin söyler civanım, gonca-i rânâ nedir Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir”
Şöyle bitiyor; “Gam değilmiş Hamdi, olmak seyr-i gülşenden cüdâ Neşve var yâdında derler gül feda, bülbül feda Şimdi Şeyh-i asırdan duydum şu yolda bir nida
Dergeh-i pir-i muğanda hâk-i pay ol Es’adâ ! Ol zaman idrak edersin rütbe-i bâlâ nedir”.
Bunu okumaya başlayınca fakir, Sami Efendinin Hazretlerinin gözyaşları akmaya başladı. Evliyaullahın büyüklerinin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları böyle akıyor. Üzerlerinde kahverengi bir pardesü vardı ona da inci gibi dökülüyor. Cenabı Allah fakire okuma gücü verdi de sonuna kadar okudum, bitirdim.
Sohbet bitti, Sami Efendi Hazretleri kalkmak için şöyle bir yüklendiler, kalkamadılar. Sonra bir daha yüklendi, yine kalkamadılar. Hemen kardeşlerden birisi yardım etti ve kalktılar. O gün meclisten Sami Efendimizin gidişini hiç unutamam. Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hala gözümün önündedir, unutamam.
Rüyayı Anlatma
İlk vazifemi Dişçi Hocaefendi abimizden almıştım. Burada çok önemli bir hadise anlatayım. Turuku Aliyede ilk daireye girdiği günlerde dervişe manevi lezzeti bir tattırırlar. O safayı bir verirler. Ondan sonra da o kendisinden alınır. Bu da bir tasarruftur. O neşeler, o feyizler, o gözyaşları kendisinden alınır. Benlik çukuruna düşmesin diye.
O günlerde çok acayip, enteresan rüyalar görür idim. İstanbul’a ilk defa Sami Efendimizi ziyarete gidiyoruz. O Erenköy’deki Güllü Köşk’e kabul ettiler. Hal hatırdan sonra dersimi sordular. ‘Evladım gördüğümüz rüyaları başkalarına anlatmayalım’ buyurdular. İlk tavsiyesi budur fakire. Ve şu ayeti kerimeyi okudular: “Kâle yâ buneyye lâ taksus ru’yâke alâ ihvetike fe yekîdû leke keydâ(keyden), inneş şeytâne lil insâni aduvvun mubîn (mubînun)” (Yusuf suresi, 5) (Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”)
Bu günlerde gördüğüm rüyaları rahmetli Baybal Abiye anlatırdım. Efendimizin o ikazından sonra artık anlatmadım. Rüya herkese söylenmez. Rüya tabirini bilene söylenir. Bir de sizi seven kişi olacak o. Eğer başka türlü tefsir ederse öyle cereyan eder. Onun için anlatacağınız kişi hem rüya ilmini bilecek hem de sizi sevecek.
Kuşlar Bile Zikre İştirak Etti
Bursa’da Ulu Cami’ye yakın Sahiller diye bir kardeşimizin evindeyiz. Dairesi beşinci katta. Sami Efendimizde artık yavaş yavaş ihtiyarlık durumları gözüküyordu. Kat aralarında sahanlıkta biraz dura dura çıktılar. Biz de peşi sıra çıktık. Sohbette yine Sami Efendimizin hemen soluna düştüm. Bir aşır bir sohbet, bir aşır bir sohbet yapıyoruz. Sure-i Vakıa’yı o sohbette üç bölümde okudum.
Musa Efendi Hazretleri tam karşımda oturuyorlardı. Evde bir bülbül ya da kanarya varmış. Fakir ayeti kerimeye başlıyorum, bülbül başlıyor şakımaya. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Okumaya başlıyorum o da başlıyor. Neyse okudum bitirdim. Sami Efendi Hazretleri bütün vücuduyla böyle bana tamamen döndü. Sadece başıyla değil:
“Allah senden razı olsun. Kuşları bile zikre iştirak ettirdin.” buyurdular.
Sohbet bitti ayrıldık. Bu hadiseden sonra Musa Efendimiz ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa fakire hemen şunu ilave ederdi; “Oku ama! Orada okuduğun gibi oku!” Fakire bunu bir ömür söylemiştir.