Allah için kurulan kardeşliklerin ne derece kuvvetli gönül bağı oluşturduğunu gösteren bir başka hatırayı da muhtelif şehirlerde dînî hizmetlerde bulunmuş, aşk insanı, şâir ve emekli müftü olan İlhan Armutçuoğlu ağabey şöyle anlatmıştı:
Diyanette görevli iken Van taraflarına gezici vâiz olarak gitmiştik. Orada vazife yaparken, acaba “Altın Silsile”mizin son halkalarını teşkil eden Tâhâ’l-Hakkârî (k.s) hazretlerinin ahfâdından (torunlarından) kimler var? diye gönlüme düştü. Oranın yerlilerinden sordum soruşturdum. Eczacı Muzaffer Bey adında bir zattan bahsedildi. Araştırıp buldum. Ziyaretine gittim.
Hoş sohbet, kibar, zarif beyefendi bir insandı. Görüşüp tanıştık. Dedelerinden, yetiştirdiği talebelerden bahsettik. Ziyaretimizden memnun kaldığını söyledi. Yanından ayrılırken; “- Selamlarınızı götürebilir miyim?” dedim. “- Çok memnun olurum” diye cevap verdi.
İstanbul’a geldiğimde Sami Efendi Hazretlerini ziyarete gittim. Van’da ikamet eden Eczacı Muzaffer Bey’in selamlarını tebliğ ettim. Nasıl arayıp bulduğumu ve tanışmamızı anlattım. Pür dikkat dinleyen Efendimizin mübarek yüzleri pırıl pırıl , gözleri ışıl ışıl oluverdi. Çok duygulandıkları mübarek simalarından belli idi. Memnuniyet ve sevincini şu hadis-i şerifi okuyarak ızhar etmişlerdi.
“Eddâllü ale’l-hayri kefâılihi = Bir hayra delâlet eden o hayrı yapmış gibi sevap alır” buyurdular. Bunu üç defa tekrar ettiler.
Sonra, “Rabbimiz bu hadis-i şerifin sırrına mazhar buyursun” duasında bulundular.
Üsve-i Hasene, Altınoluk Dergisi, 209. sayı, Temmuz 2003.
Sünnet-i seniyye üzere yaşamanın mühim olduğuna işaret eden bir başka hâtırayı yine İlhan Armutçuoğlu ağabeyden dinlemiştim. Şöyle anlatmıştı:
“Eski Müftilerden merhum İrfan Ceylan bey vardı. 1964 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde talebe iken, son sınıfa geldiğinde sakal bırakmıştı. Okul idaresi sakal bırakmanın diğer talebeler arasında yayılmasından endişe ederek kestirmesini istedi. O da sakalın sünnet olduğunu söyleyerek kesmeyeceğini söyledi.
Talebeler arasında bu iş biraz büyüdü. İdareciler sakalın kesilmesi için ısrar ediyor. İrfan bey kardeşimiz kesmemek için diretiyor. Biz talebeler ikilemde kaldık. Ne yapacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi bilemedik.
Okulda oluşan soğuk ortamın dağılması için İrfan bey’le birlikte ikimiz İstanbul’a geldik. Erenköy’de Sâmi Efendi hazretlerini ziyaret ettik. Huzurlarına kabul edildiğimizde durumu kendilerine anlatıp, arz eyledik. O büyük Allah dostu sünnetin ehemmiyeti ile ilgili güzel bir menkıbe anlatarak bizi irşad ettiler.
Peşinden de:
“– Sünnet mühimdir… Sünnet mühimdir…” dediler.
Sonra sözlerine devam ederek: “Bizim de vaktiyle diplomamız vardı. Biz rafa kaldırdık. Asıl olan kulluktur” buyurarak unutulmayacak asıl gerçeği bizlere hatırlattılar.
Gönlümüz huzur içerisinde Konya’ya döndük. Okula geldiğimizde idarecilerimizin davranışlarında büyük bir değişim gördük. Bir gizli el sanki onların kalblerini yumuşatmıştı. Önceden bizlere kızan hocalarımız, şimdi yol gösterir tarzda hareket ederek dediler ki:
“Belli ki siz kestirmeyeceksiniz. Bâri bir doktordan, cildi hassastır, cild rahatsızlığı vardır” şeklinde bir rapor alıp getirin.
Biz de cildiye mütehassısı bir doktordan rapor alıp getirdik. İdareye verdik ve sakalı kestirmekten kurtardık.
Allah dostları zarif, duygulu, edeb timsali zatlardır. Çevrelerinde bu güzel vasıflarıyla tebarüz ederler. Sevenlerini de o güzel ahlakla, ince edeble yetiştirmeğe çalışırlar. Onların her hal ve hareketleri, sevenleri için bir ibret dersi olur.
Üsve-i Hasene, Altınoluk Dergisi, 209. sayı, Temmuz 2003.
Emrolunduğum gibi dosdoğru olmağa baksam… Lütfa ererim, mutlu olurum, hak söz dinlesem… Dünyâ hayâtı her gün her saat imtihân dolu! Dosdoğru yolda, son noktaya dek bir varabilsem…
İlhan Armutcuoğlu Altınoluk Dergisi, 336. sayı, Şubat 2014.
Efendim bendeniz, ilk haccıma karayolundan 1965 yılında gittim. O zaman yüksek islam enstitüsünde talebeydim. Yine altmışlı yıllarda hacca gittiğimin birinde hac mevsimi bitti. Kabe-i Muazzama’nın huzurunda, Altınoluk’un karşısında yatsı namazlarını kıldık, Sami Efendi ve Musa Efendi Hazretleri ön safta, bizler de arka safta oturuyoruz. Kabe-i Muazzama’nın tam tepesine ay dikilmiş vaziyette. Çok güzel bir mehtap var.
Bab’us Suud tarafından şöyle cemaati yararak bir bedevi geliyor. Acelesi var hızlı hızlı geliyor. Birden durdu. Yani frene bastı. Tam Kabe’nin tepesindeki aya bakıyor, Kabe’ye bakıyor bir de Sami Efendi Hazretlerine bakıyor. Üç noktaya, yani aya, Kabe’ye ve Sami Efendimize bakıyor. Bize on metre kadar bir mesafede. Başladı ağlamaya. Bu üç merkeze bakış bayağı devam etti. Geldi, usta bir yüzücünün denize atlaması gibi, Sami Efendi Hazretlerinin kucağına attı kendisini. Başını onun dizine koydu, Üstadımızın dizini ıslatıncaya kadar ağladı. Yalnız hiç kelam yok. Ne ondan ses var, ne üstadımızdan ses var. Belki beş dakika olmadıysa da, üç dakika başını üstadımızın dizinden kaldırmadı. Nihayet üstadımız sırtını bir okşadı, sıvazladı. Başını kaldırdı ve fevkalade bir dikkatle üstadımızın yüzüne baktı. Sonra kalktı zemzem kuyusuna doğru gidiyor ama yine arada durup durup üç noktaya bakıyor. Öyle ağlaya ağlaya gitti.
Biz kendisine soramazdık ama yakınlarına sorduk; ‘Neden bu kişi, acaba üç noktaya baktı?’ Dediler ki; “ayın nurunu gördü, Kabe’nin nurunu gördü, evliyanın nurunu gördü.”
Ramazanoğlu Mahmud Sami hz.
Yağda Yumurta
Bendeniz, hele yağda kızartılmış, yumurta yediğim vakit müthiş sancı yapar. Şöyle bir lokma yumurta yiyeyim o gün akşama kadar sancı kıvrandırır.
Kabe’de Suud Kapısından çıkınca ileriye doğru Fındık Kâki diye bir otel var. Bir gün rahmetli Doktor Baybal abiyle beraber ikimizi yemeğe aldılar. Bir umre kazasında vefat eden, Demirci Vahdettin Efendi diye bir abimiz vardı, o da aşçı başı. Sofrada hemen Sami Efendimizin sağına düştüm. Çorba yapmışlar. En genç bendeniz olduğum için en çok çorbayı bana koydular. Sami Efendimiz çorbasından çok az yediler ve geri kalanı olduğu gibi benim tabağıma boşalttılar. Ben de yedim. İkinci olarak yağda kızartılmış yumurta getirdiler. Yine en çok benim tabağıma koydular. Sami Efendimiz yumurtasından birkaç lokma aldıktan sonra olduğu gibi kendi yumurtasını bana verdi. Yani fazla fazla iki porsiyon oldu. Tabii üstadımızın sofrası ‘var bunda bir hikmet’ diye, o yumurtayı adam akıllı bitirdim, sünnetledim. Ömür hayatımda ilk defa o yumurta bana dokunmadı. O zamandan beri de artık bana yumurta dokunmaz oldu. Bir beyit var: Ehli dil hâ’ra nazar eylese gülzâr açılır. Yani gönül ehli nazar eylerse eşya kabiliyet değiştiriyor.
Sami Efendinin Gözyaşları
Bir gün İstanbul’da Musa Efendi Hazretlerinin köşkünde sohbet var. Sami Efendi Hazretleri hayatta. Sohbet öğle namazı ardından başladı, akşam namazına kadar devam etti. Arada bir ikindi namazı kıldık. Bir aşır bir sohbet, bir aşır bir sohbet devam ediyor. Akşama yakın sohbet bitti. Fakire oku dediler. Kim dedi hatırlamıyorum. Ama sadece oku dediler, aşır oku demediler. Sami Efendimize yakın bir yerde oturuyordum. Esad Efendimizden bir gazel okudum. Bu gazeli tefsir sahibi Hamdi Yazır Hocaefendi, her beytin üzerine üçer mısra eklemek suretiyle, tahmis etmiş. Gazelin aslı şöyle başlıyor,
Üzerinde üç mısra tahmisle şöyle okuyama başladım.
“Lâhe lî tayfün sera fi’l-kevni min tilkâi bedir Aşk ez ceybem girift u güft ya haza edir Sormam artık pire sâki gaye-i mana nedir Leblerin söyler civanım, gonca-i rânâ nedir Gözlerin eyler işaret nergis-i şehlâ nedir”
Şöyle bitiyor; “Gam değilmiş Hamdi, olmak seyr-i gülşenden cüdâ Neşve var yâdında derler gül feda, bülbül feda Şimdi Şeyh-i asırdan duydum şu yolda bir nida
Dergeh-i pir-i muğanda hâk-i pay ol Es’adâ ! Ol zaman idrak edersin rütbe-i bâlâ nedir”.
Bunu okumaya başlayınca fakir, Sami Efendinin Hazretlerinin gözyaşları akmaya başladı. Evliyaullahın büyüklerinin gözyaşları nadiren görülür. Mübarek sakalının iki yanından gözyaşları böyle akıyor. Üzerlerinde kahverengi bir pardesü vardı ona da inci gibi dökülüyor. Cenabı Allah fakire okuma gücü verdi de sonuna kadar okudum, bitirdim.
Sohbet bitti, Sami Efendi Hazretleri kalkmak için şöyle bir yüklendiler, kalkamadılar. Sonra bir daha yüklendi, yine kalkamadılar. Hemen kardeşlerden birisi yardım etti ve kalktılar. O gün meclisten Sami Efendimizin gidişini hiç unutamam. Evliyanın sekri hiçbir şeye benzemez. Hala gözümün önündedir, unutamam.
Rüyayı Anlatma
İlk vazifemi Dişçi Hocaefendi abimizden almıştım. Burada çok önemli bir hadise anlatayım. Turuku Aliyede ilk daireye girdiği günlerde dervişe manevi lezzeti bir tattırırlar. O safayı bir verirler. Ondan sonra da o kendisinden alınır. Bu da bir tasarruftur. O neşeler, o feyizler, o gözyaşları kendisinden alınır. Benlik çukuruna düşmesin diye.
O günlerde çok acayip, enteresan rüyalar görür idim. İstanbul’a ilk defa Sami Efendimizi ziyarete gidiyoruz. O Erenköy’deki Güllü Köşk’e kabul ettiler. Hal hatırdan sonra dersimi sordular. ‘Evladım gördüğümüz rüyaları başkalarına anlatmayalım’ buyurdular. İlk tavsiyesi budur fakire. Ve şu ayeti kerimeyi okudular: “Kâle yâ buneyye lâ taksus ru’yâke alâ ihvetike fe yekîdû leke keydâ(keyden), inneş şeytâne lil insâni aduvvun mubîn (mubînun)” (Yusuf suresi, 5) (Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”)
Bu günlerde gördüğüm rüyaları rahmetli Baybal Abiye anlatırdım. Efendimizin o ikazından sonra artık anlatmadım. Rüya herkese söylenmez. Rüya tabirini bilene söylenir. Bir de sizi seven kişi olacak o. Eğer başka türlü tefsir ederse öyle cereyan eder. Onun için anlatacağınız kişi hem rüya ilmini bilecek hem de sizi sevecek.
Kuşlar Bile Zikre İştirak Etti
Bursa’da Ulu Cami’ye yakın Sahiller diye bir kardeşimizin evindeyiz. Dairesi beşinci katta. Sami Efendimizde artık yavaş yavaş ihtiyarlık durumları gözüküyordu. Kat aralarında sahanlıkta biraz dura dura çıktılar. Biz de peşi sıra çıktık. Sohbette yine Sami Efendimizin hemen soluna düştüm. Bir aşır bir sohbet, bir aşır bir sohbet yapıyoruz. Sure-i Vakıa’yı o sohbette üç bölümde okudum.
Musa Efendi Hazretleri tam karşımda oturuyorlardı. Evde bir bülbül ya da kanarya varmış. Fakir ayeti kerimeye başlıyorum, bülbül başlıyor şakımaya. Ayet sonlarında duruyorum o da duruyor. Okumaya başlıyorum o da başlıyor. Neyse okudum bitirdim. Sami Efendi Hazretleri bütün vücuduyla böyle bana tamamen döndü. Sadece başıyla değil:
“Allah senden razı olsun. Kuşları bile zikre iştirak ettirdin.” buyurdular.
Sohbet bitti ayrıldık. Bu hadiseden sonra Musa Efendimiz ne zaman bir aşr-ı şerif okutacak olsa fakire hemen şunu ilave ederdi; “Oku ama! Orada okuduğun gibi oku!” Fakire bunu bir ömür söylemiştir.
Hak erenler mezhebinde bir ömür Yâ Hak dedim.. Gündüzüm halk hizmetinde geceler Yâ Hak dedim.. Nâm ü şâna meylim olmaz bir isimsiz dervişim!... Âkibet Namnam fakîri, bekçiyim Yâ Hak dedim!...
Namnam Kasrında…
SOYU, ÂİLESİ ve DOĞUMU
Türkistân’dan , Buhâra’dan Muğla’nın Ula kazasına göç eden İlhan Efendi’nin âilesinden dedesi ve babası da İlhan Efendi gibi hocadırlar. İlhan Efendi, hocalar diyarı Buhâra’nın mânevi ikliminden gelen bir âilede, Muğla’nın Ula kazasında 1937 yılında dünyâya teşrif etmiştir. Ailesi Ula’da beldenin eşrâfındandır.
Dedeleri Hacı Hâfız Ali Efendi hayâtı boyunca hiç mushafa bakarak Kur’ân-ı Kerim okumamıştır. Üzücü bir hâdise sonucu bütün mallarını kaybeden Hacı Hâfız Ali Efendi, yine eskiden olduğu gibi Ramazan’da terâvih namazlarını hatîmle kıldırmıştır. O dönemin Ula müftüsü Osman Efendi, İlhan Efendi’ye dedeleri için şöyle demiştir: “Dedenizin başına gelenler bizim başımıza gelseydi, namaz sûreleriyle bile namaz kıldıramazdık.” İlhan Efendi’nin dedesi Kur’ân’la o kadar hemdem olmuştur ki, nerede kaldığı tam olarak belirlenememesine rağmen, rûhunu Kur’ân okurken teslim etmiştir.
Babaları Hacı Mehmet Ali Efendi, Muğla yöresinde ilk defa hâfız yetiştirmeye başlayan Kur’ân muâllimi, imâm-hatîptir. Ezanın Türkçe okunduğu ve tekrar Arapça olduğu dönemlerde müezzinlik yapan Hacı Hâfız Mehmet Ali Efendi, İlhan Efendinin ilk defa Arapça ezan duyduğu kişidir.
İlhan Efendi’nin babaları vefât ettikten sonra babaları için yazdığı dörtlük Hacı Hâfız Mehmet Ali Efendi’yi daha iyi tanımlayacaktır.
“Hâdim’ül Kur’ân oldum okuttum O ilk ezanı rûhumla tuttum Elifde safâ mimde vefâyı Fetrette buldum her dem okuttum”
TAHSİL HAYÂTI Hâfızlığı 1948-49 yıllarında Muğla’nın Ula kazasında ilkokuldan me’zun olan İlhan Efendi, Kur’ân muâllimi olan babalarının dizinin dibinde hâfızlığını yaparak tahsil hayâtına başlamıştır.
ÇALIŞMA HAYÂTI
İmâm-hâtip okulunu bitirdikten sonra imâm olarak Marmaris’te görev yapan İlhan Efendi, askerliğinden sonra yüksek tahsiline devam ederken aynı zamanda imâmlık da yapmış, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdikten sonra ise bir müddet il müftülüğü yapmıştır. Daha sonra vâizlik görevi de yapan İlhan Efendi 32 yıl resmî görev yaptıktan sonra 1992 yılında Diyânet Teşkilâtı’ndan emekli olmuştur.
1966 yılında Muğla Müftüsü olarak atanan İlhan Efendi, kendisinden önceki dönemi fetret olarak tanımlar. Türkiye’de imâm-hatîp okulları açılmıştır. Sadece Tunceli ve Muğla’da imâm-hatîp okulu yoktur. Bu dönemde onun teşvîkleriyle Belediyeden imâm-hatîp okulu için 15 dönümlük yer alınır. İmâm-hatîp okulu, yurdu, câmîsi, müftülük binâsı, lojmanları için temel atılır. “Kişi inandığı nisbette hizmet eder.”
“Bu milletin toparlanması, teşvîk edilmesi sanât gibidir.” sözlerini hayâtına düstûr edinen İlhan Efendi’nin çalışma hayâtını kendisinin anlattığı bir anekdotla noktalayalım:
“Müftülük yaptığım dönemlerde sabahleyin evden çıkarım, sabah namazından en az bir saat evvel şoför evden alır, gece saat on ikilere kadar eve dönmezdim. Bu, böyle on gün, on beş gün kadar devam eder, gittiğimizde çocuklar uykudadır, geldiğimizde yine uykudadırlar. Günlerden bir gün eşim uyumamış, beklemiş. Baktım hüngür hüngür ağlıyor. Ne oldu dediğimde, on beş gündür çocukların baba yüzü görmediğini söyledi.” Başka türlü hizmeti, işleri yürütmenin mümkün olmadığını belirten İlhan Efendi, nefsinden fedâkarlık yaptıkça Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir neş’e, ayrı bir huzûr hâli verdiğini söylemiştir.
Orta Öğrenim
1952 yılında Türkiye’de ilk defa yedi ilde imâm-hatîp okulları açılmıştır. Bu yedi ilden Muğla’ya en yakın olanı Isparta’dır. Hâfızlığını tamamlamadığı için ilk dönem imâm-hatîp okuluna gidemeyen İlhan Efendi, hıfzını tamamlar tamamlamaz 1952-1953 öğretim yılında, Isparta İmâm-Hatîp Okulu’na başlamıştır. Türkiye’de ilk açılan imâm-hatîp okullarının ikinci me’zûnlarındandır. Yedi yıl imâm-hatîp okuduktan sonra 1959 yılında me’zûn olmuştur.
O dönemde imâm-hatîp okulları, lise düzeyinde kabûl edilmediği için, tek ilâhiyât fakültesi olan Ankara İlâhiyât Fakültesi’ne gidememiştir. İmâm-hatîp okulu me’zûnlarının gidebileceği bir yüksekokul olmadığı için tahsil hayâtına bir müddet ara vermiştir.
Edebiyâta ve Musikîye Olan İlgisi
Tasavvuf erbâbı olup da edebiyâtla ve musikîyle alâkası olmayan yoktur denilse abartılmamış olur.
İlhan Efendi’nin edebiyat ve musikiyle olan alakası imâm-hatîp okulunda okuduğu dönemlere rastlar. Isparta’da imâm-hatîp okuluna devam ederken, ramazanlarda câmîlerde mukâbeleye devam eden İlhan Efendi’nin, arkadaşları ile berâber bir ilâhî grubu mevcuttu. Güzel ilâhî ve mevlîd-i şerîf okurlardı ve şiire de ilgileri vardı.
İlhan Efendi’nin imâm-hatîp okulunda edebiyât derslerinden büyük haz aldığı, derslerin renkli geçtiğini ifâde etmesinden anlaşılmaktadır. Fuzûlîlerin, Bakîlerin, Nedimlerin okunduğu edebiyât derslerinde, Farsça’yı ve Arapça’yı iyi bilmeyen hocaları ile münâzaraları dahî, bize edebiyâta olan ilgisini gösterir. Mehmet Özkaynak isimli edebiyât hocalarının bu münâzaralarda celâllendiği bile olurdu. Daha sonra bir başka liseye tâyini çıkan edebiyat hocalarını görüp hatırını sorduklarında şöyle demişti: “Aman efendim talebe de siz imişsiniz, edebiyât dersi de sizde imiş.” Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi imâm-hatîp okulu talebeleri edebiyâta daha bir ilgili ve hassâs idiler. İlhan Efendi’nin hassâsiyeti, şarkıları dinlerken bile ağladığı göz önünde tutulursa daha iyi anlaşılacaktır.
Yüksek Tahsili
İlhan Efendi’nin tahsiline bir süre ara vermesi esnâsında önce İstanbul’da daha sonra Konya’da olmak üzere Yüksek İslâm Enstitüleri açılmaya başlamıştır.
İstanbul’da yapılan Konya İslâm Yüksek Enstitüsü sınavında, bir devrin ilim sahasına imzâsını atmış, eski Diyânet İşleri başkanlarından, uzun yıllar İstanbul Müftülüğü yapmış Ömer Nasûhî Bilmen Hoca Efendi, İlhan Efendi’den üç hadîs metni okumasını istemiştir. Okunan hadîsler karşısında Ömer Nasûhî Bilmen Hoca Efendi’nin, dişleri gözükecek kadar gülümsemesi güzel bir anekdottur.
Sınavları kazandıktan sonra, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’ne başlayan İlhan Efendi bu enstitünün de ilk me’zûnlarındandır. Yüksek İslaâm Enstitüsü’ne devam ederken de edebiyâta olan ilgisi artarak devam etti. Din Eğitimi Genel Müdürü ve aynı zamanda Konya İslâm Enstitüsü edebiyat hocası olan Kemal Edip Kürkçüoğlu Beyefendi için, “Bizi allak bullak eden O idi” ifâdesini kullanan İlhan Efendi bu hocalarından çok etkilenmiştir. “Sınıfa adımını atar atmaz edebî metin işlemeye başlar ve ağlayarak dersi bitirirdi.” ifâdesi haftada sadece iki saat dersi olan bir hocanın, gönülden olunca, talebelerini ne kadar etkileyebileceğine açık bir örnektir.
Daha sonra edebiyat derslerinden alınan bu hocanın yerine bir başka hoca gelmiştir. İlhan Efendi bir gün bu yeni gelen hocanın karşısına çıkıp şöyle demiştir: “Edebiyât derslerinden tanıdığınız üzere bu enstitüde talebenizim. İlkokuldan sonra hâfız oldum, imâm-hatîp okuluna devam ettim. Elimden geldiği kadar ibâdetlerimi de yapıyorum, ama içimde bir boşluk var, onu dolduramıyorum.” Sözlerimi bitirir bitirmez hocanın elleri titremeye başladı: “Evlâdım desene açım, desene açım, desene açım” dedi ve tavsiyelerde bulundu. Bana tavsiye ettiği eser Miftâh-ül Kulûb adlı eserdir. Sonra bir menkîbe anlattı: “Senin gibi, birisi mürşîd arıyor imiş, gönlü de herkese yatmıyormuş; nereye gitsem, ne yapsam diye tereddütler içinde karar veremiyormuş. Bir gün kendi kendine “Sabahleyin evden çıktığımda karşıma ilk kim çıkarsa ona intisâb edeceğim” diye karar vermiş. Sabahleyin evden çıkmasıyla berâber, devrin büyük mürşîdlerinden birisi onu karşılamış ve “Gel evlâdım” demiş.” Bu menkîbeyi anlatan hocam şu hikmetli sözü ilâve etti: “Tâlibin sîdkı, mürşîdi ayağına getirir.”
ASKERLİĞİ
İmâm-hâtip okulundan me’zûn olduktan sonra gidebileceği bir fakülte olmayan İlhan Efendi bir müddet imâmlık yaptıktan sonra askerlik yaşı gelince 1960 yılında asker olmuştur. Kurs dönemini Ankara’da, Piyâde Yedek Subay Okulu’nda tamamlayan İlhan Efendi, kur’âlar çekildikten sonra askerliğine Kars’ta devam etmiştir.
Resmî kıyafetlerle câmîye gittiği ve askerde kendisine “Hoca Teğmen” dendiğini, İlhan Efendi’nin kendi ifâdelerinden öğrenmekteyiz. 1961 yılında terhis olan İlhan Efendi, bir müddet imâmlık yapmaya devam ettikten sonra Konya Yüksek İslâm Entitüsü’nün açılmasıyla yüksek tahsiline başlamıştır.
1961 yılında evlenen İlhan Hocaefendi’nin bir oğlu ve beş kızı olmak üzere altı evlâdı olmuştur. Yüksek tahsilini evlendikten sonra yapan İlhan Hocamızın aynı zamanda çalışmış, okumuş ve evlilik hayâtını sürdürmüştür.
İlhan Hocaefendi, 1992’den sonra Ula’nın Oyru Mahallesi’ne yerleşti. Hayır sahiplerinin katkılarıyla Otağ Mescidi ile dört katlı yatılı bir Kur’an Kursu inşa ettirdi.
Vefatına kadar bir yandan bu kursun iaşe, ibate ve eğitim işleri ile meşgul olurken diğer yandan da manevi irşad hizmetlerini aralıksız sürdürdü.
İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi, hâfız, şâir, muhabbet ehli, basiret sahibi ve vakûr bir şahsiyet idi. Hoş sohbetti; konuşması, hitabeti, hal ve hareket tarzı ile muhatabın gönlüne tesir ederdi. Sohbetlerinde tilavetin yanı sıra şiir, kaside veya gazellere de yer verir, bunları kendine has bir üslup ve tavırla okurdu. Teslimiyet ve rıza ehli idi. Sabırlı idi. Edep, sanat ve zerâfet ehli idi. Nurlu ve mütebessim bir çehresi vardı. Misafirperverdi; misafirlerini iyi karşılar, iyi ağırlar ve iyi uğurlardı.
İlhan Armutçuoğlu Hocaefendi, 5 Ağustos 2023 Cumartesi günü sabah 07.30 saatlerinde son yıllarını içinde yaşadığı Namnam Kasrı’nda Hakk’a vâsıl oldu.
Muğla Merkez Kurşunlu Camii’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından naşı Ula Oyru mahallesindeki Namnam Otağ Mescidi haziresine defnedildi. Muğla ve çevre illerden gelen yüzlerce dostu ve seveni cenazesine iştirak etti.
Ruhu için bir Fatiha, üç ihlâs-ı şerîf…
Kabir taşı kitâbesi
Hüve’l Hallâku’l Bâkî
Kur’an hâfızı ve hâmili bir er İlim ve irfan için etti sefer Kalbi tasfiye ve tezkiye için Hazret i Sâmî’ye oldu bir nefer…
Ulalı Hâfız Mehmet Ali oğlu Fukarâ-i Nakşibendiyye Hâdimi Hâce İlhan Armutcuoğlu Rûhu için el Fâtiha 1937-2023 (1355-1445H)
Yüce düstûr-ı tarîkat, yüce âdâb u usûl.. Alınıp dest-i ezel’den, sunulur dest’e usûl.. Uzanır tâ be-kıyâmet bulur erbâb-ı vusûl.. Alan el sen, veren el sen evet ey Fahr-i Rusül!. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
O münevver yüze bir bak görünür vecd ü safâ.. Yüce Devletlü Velî’den alınan ahd ü vefâ.. Coşan ilk menbâ-ı hikmet o teveccüh o şifâ.. Nazar-ı hazret-i Sâmî Eser etmiş ve kefâ.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Görünüşte iki sûret gibi lâkin kalb bir.. Nice sîretler ezelden yoğrulmuş Rab bir.. İçilen aşk u şerâbın kabı ayrı lüb bir.. Biri Âl-i Ramazandır, biri vâris hep bir.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Ona peyk olmuş ezelden O Perî-rû O idi… Reh-i pâkinde gubâr olmuş O günden O idi.. Dil-i Mâ’mûru tavâf eyleyen evvel O idi.. Bütün esrâr-ı ledünnün küpü ancak O idi.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
O göğüslerden emildi ledün ilmi bir ömür.. Bir Onun çeşmine mâ’kes idi diller bir ömür.. O Güzeller Güzelinden nefes almış bir ömür, Nice bin manzara artık Ona gülmez bir ömür.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Ona hizmetteki dikkat ve firâset ve hulûs, Oluyor menzile ermek için iksîr o hulûs.. Bir ayağında çorap var, biri elde… O hulûs.. Der-i Sultân’a müebbed düşürür kim o hulûs, Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Bu sehâlar, O sehâvvetten eserdir lâ şek.. Heme yoklukta sehâvet, heme varken lâ şek.. Yüce ahlâkı Rasûlün, sulehânın lâ şek.. Neyimiz varsa fedâ yüzdeki hâl’e lâ şek.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
O Yüzün nûrunu leylinde göreydin bir kez.. Harem-i Ka’be vü Zemzemde göreydin bir kez.. Ve melekler Onu seyrinde göreydin bir kez… O Refâkate Refîkin …ve göreydin bir kez… Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Ser-i Kûyünde Rasûlün o ne hürmet ne kemâl.. Der-i Lütfunda Rasûlün ve ne ihsân-ü cemâl.. Sofasında O Rasûlün bütün esrâr ile hâl… Dem-i âhirde Bâki’a verilir de O Kemâl, Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Şeb-i vuslattı O Pîr’e, bize firkatti meded!.. Kanayan kalplere merhem ta O günden ve meded.. Elem-i firkati duydukça gönüller o meded.. Yetişir himmet-i vâlâ-yı erâsetle meded… Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…
Sana kul olmayı lütfet hemen ancak yâ Rab!.. Ona ümmetliği lütfet hemen ancak yâ Rab!.. Bize evlâdlığı lutfet hemen ancak yâ Rab!.. Bütün ihvânına vuslat diler İlhan yâ Rab!.. Vurulur Şeyhime el-hak o meşîhat mührü, Vurulan Tuğra-i Sâmî, vuran el emr-i Rasûl…